“Yıllarca düşlediğin bir ânı tam da geldiğinde kaçırırsın her nasılsa. Alevlerin arasından uzatıp elini yakalamalısın onu, yoksa ebediyen kaybedebilirsin. Ben yakaladım. Annem de. Asla arkamıza bakmadık”
Kendisine iyi davranacak bir erkekle evlenip hayatını düzene sokmaya çalışan bir kadının, annesinin yeni erkek arkadaşının karakteri ve davranışları nedeni ile sorun yaşayan oğlunun hikâyesi.
Amerikalı yazar Tobias Wolff’un aynı adlı anılarından uyarlanan, senaryosunu Robert Getchell’ın yazdığı ve yönetmenliğini Michael Caton-Jones’un üstlendiği bir ABD yapımı. 1957 yılında başlayan hikâye, kahramanı Tobias’ı izliyor iki yıl boyunca ve onun babasızlık, ergenlik ve annesinin yeni erkek arkadaşının kötü muamelesi ile baş etme çabalarını anlatırken, bir yandan da hayattaki yolunu bulmaya çalışmasını gösteriyor bize. Açılışta filmin adı ile birlikte gösterilecek bir şekilde gerçek olduğu vurgulanan hikâye ilginç, üç baş oyuncusunun (Robert De Niro, Ellen Barkin ve Leonardo DiCaprio) performansları parlak, ellili yılların şarkıları filme önemli bir çekicilik kazandırıyor ve Caton-Jones’un yönetmenliği de aksamıyor; ne var ki film ulaşabileceği güce erişemiyor bir türlü ve sinema dili açısından da yeni bir şeyler sunamıyor. Yine de Hollywood’un hikâye anlatma becerisinin belli bir düzeyi yakalamış örneklerinden biri olarak ilgi ile seyredilebilir.
Arabalarında Frank Sinatra’nın sesinden duyduğumuz “Let’s Get Away from It All” adlı şarkısına eşlik ederek seyahat eden anne (Ellen Barkin) ve oğlunu (Leonardo DiCaprio) göstererek başlıyor film. Toby’nin zaman zaman duyduğumuz anlatıcı sesi şunları söylüyor bu yolcukla ilgili olarak: “1957 yılıydı ve Florida’dan Utah’a gidiyorduk. Annem erkek arkadaşından dayak yedikten sonra, arabaya atlayıp arkamıza bakmadan uranyum tarlalarına doğru yola koyulduk. Beş yıl önce ailemiz dağıldığından beri pek yaver gitmeyen şansımızı artık değiştirecektik”. Baba beş yıl önce büyük oğlunu alarak aileyi terk etmiştir ve özgür ruhlu bir kadın olan anne küçük oğlu ile birlikte bir hayat kurabilme peşindedir. Ne var ki erkek arkadaş seçimleri yanlıştır kadının hep ve oğlan da dönemin rock’n roll uyuna uygun bir serserilik içindedir. Sonunda Seattle’da bulurlar kendini ve asıl hikâye bundan sonra başlar. Anne Dwight adında düzgün görünümlü bir adamla (Robert De Niro) ile tanışır ve evlenir ama hayallerdeki gibi değildir gerçekler.
Tobias Wolff’un anılarını kurgu bir hikâyeye dönüştürerek anlatan film Toby karakterini alıyor odağına ve onun büyüme sancılarını Dwight adındaki yeni babası ile olan hayli sancılı ilişkisi ile birlikte anlatıyor. Yaşının olumlu / olumsuz tüm normallerini yaşarken görüyoruz Toby’i ve bir yandan da annenin daha iyi bir seçenek göremediği için katlanmak zorunda kaldığı yeni hayatı içindeki mutsuzluğuna tanık oluyoruz. Bir atıcılık yarışmasının sonucu, Dwight’ın evlilikten önce adam etmek için yanına aldığı Toby’e koyduğu kurallar ve zorladığı şeyler ve evliliğin ilk gecesinde yaşanan durum oğlanı da annesini de zor bir hayat beklediğini açık bir şekilde gösteriyor bize. Hoş bir büyüme hikâyesi olabilecek bir kaynağı işte ancak o kelime ile, hoş bir şekilde anlatıyor hikâye. Belki bir anı kitabından uyarlanmış olmasının da etkisi ile, sanki senaryo bir hayattan seçtiği küçük şeyleri bir araya getirmiş ama onları yeterince organik bir havası olan hikâye içinde bütünleştirememiş görünüyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, yeterince ruhu yok sanki filmin. Oysa gerek kadına bakış gerekse eşcinselller gibi ayrımcılığa uğrayan bir grubu ele almak açısından çok doğru bir yerde duruyor film. Dwight’ın önceki evliliğinden olan üç çocuğundan özellikle ikisinin aynı ortamda yaşamalarına rağmen hikâyenin hiçbir parçası ile anlamlı bir şekilde ilişkilendirilmemesi ve Toby’nin onlarla ilişkisinin hemen hiç gösterilmemesi önemli eksiklikler. Amerikan film yıldızı Lana Turner’ın, annesinin sevgilisini öldüren kızının haberine yer veren senaryo bu bağlamda bir şeye işaret ediyor ama bunu yeterince iyi bağlayamıyor film. Tüm bu sorunların temel nedeni belki de bir dizi film yapısı içinde ve daha uzun bir sürede anlatılması gereken bir hikâyenin bir sinema filmi süresine sıkıştırılması.
Dwight karakteri üzerinden, kendilerinin yoksun kaldıklarını elde edenleri küçümseyen ve ezmeye çalışanları eleştirmesi önemli filmin. Anne bir sahnede şunları söylüyor adama: “Başını pastane camına dayamış çocuklar gibisin hep. Birinin senin hiç elde edemediğin bir şeyi elde etmesinden korkuyorsun. Seni acımasız yapan da bu”. Dwight’ın Toby’nin gerçek babası ile ilgili takıntısı da aynı bağlamda düşünülebilir. Burada filmin Dwight’ın eksikliklerinin kaynağını ve nedenlerini sorgulamaması ve belki de sadece bir karakter sorunuymuş gibi sergilemesi beklenen bir durum Hollywood için. Oysa “Concrete” (Beton) (Bölgedeki büyük bir çimento fabrikasından geliyor bu isim ve kasabanın önceki adı da “Çimento Şehri”ymiş) adındaki bir kasabada yaşamanın ve bir genç için tek kariyer hedefinin süpermarkette yönetici olmasının anlamı üzerinden daha fazla şey söyleyebilirmiş senaryo bize. Bunun yerine ve nedenlerden çok sonuçlara eğilerek, “okul görüşmesi” sahnesinde Dwight’ın ve Toby’nin arkadaşlarının baltalama oyunlarını göstermeyi tercih ediyor film örneğin.
Daha önce farklı televizyon dizilerinde oynayan ve iki sinema filminde küçük rolleri alan Leonardo DiCaprio’nun parladığı ve bir yıldız olacağını kanıtladığı bir yapıt olarak da hatırlanıyor film bugün. De Niro ve Ellen Barkin gibi iki usta oyuncunun yanında ezilmemek bir yana, olağanüstü bir gerçekçiliği ve doğallığı olan bir performans veriyor DiCaprio. Öyle ki De Niro, Martin Scorsese’yi arayıp bu genç oğlana dikkat etmesini söylemiş ve sonrasında bugüne kadar biri kısa, beşi uzun metrajlı olmak üzere gösterime giren toplam altı filmde birlikte çalışmasının yolu açılmış Scorsese ve DiCaprio ikilisinin. De Niro ve Barkin de her zamanki ustalıkları ile karakterlerine hayat verirken, Barkin “mutsuzluğu kabullenen” kadını hüzün veren bir sadelikle oynamış ve öne çıkmış. Gelecek yılların yıldız isimlerinden Toby Maguire’ın ve tecrübeli isimlerden Chris Cooper’ın da yer aldıkları film sıkı soundtrack’i ile de dikkat çekiyor. Sinatra’dan The Everly Brothers’a Eddie Cochran’dan Perry Como ve Brenda Lee’ye pek çok sanatçının şarkıları hem dönemin ruhunun hem de Toby’nin rock’n roll ve doo woop zevkinin uzantısı olarak hikâye boyunca karşımıza çıkıyor ve işitsel bir şölen sağlıyorlar seyirciye.
Bir tarafın gençliğin ve rock’n roll’un diğer tarafın geleneksel değerlerin temsilcisi olduğu iki karakter (Toby ve üvey babası) arasındaki çatışma üzerinden ilerleyen hikâye özellikle finale yakın seyretttiğimiz kavga sahnesi ile bu çatışmayı ve patlama anlarını etkileyici bir şekilde anlatmayı başarıyor. İşini yapmış görünen ama filme kendisinden kayda değer bir şeyler katamayan Michael Caton-Jones’un düz mizanseni yine de bu ve benzeri birkaç kritik sahneyi aksamadan getirebilmiş önümüze ve sonuç seyre değer ama potansiyelini yeterince değerlendirememiş bir yapıt olmuş.
(“Bu Çocuğun Hayatı”)