This Boy’s Life – Michael Caton-Jones (1993)

“Yıllarca düşlediğin bir ânı tam da geldiğinde kaçırırsın her nasılsa. Alevlerin arasından uzatıp elini yakalamalısın onu, yoksa ebediyen kaybedebilirsin. Ben yakaladım. Annem de. Asla arkamıza bakmadık”

Kendisine iyi davranacak bir erkekle evlenip hayatını düzene sokmaya çalışan bir kadının, annesinin yeni erkek arkadaşının karakteri ve davranışları nedeni ile sorun yaşayan oğlunun hikâyesi.

Amerikalı yazar Tobias Wolff’un aynı adlı anılarından uyarlanan, senaryosunu Robert Getchell’ın yazdığı ve yönetmenliğini Michael Caton-Jones’un üstlendiği bir ABD yapımı. 1957 yılında başlayan hikâye, kahramanı Tobias’ı izliyor iki yıl boyunca ve onun babasızlık, ergenlik ve annesinin yeni erkek arkadaşının kötü muamelesi ile baş etme çabalarını anlatırken, bir yandan da hayattaki yolunu bulmaya çalışmasını gösteriyor bize. Açılışta filmin adı ile birlikte gösterilecek bir şekilde gerçek olduğu vurgulanan hikâye ilginç, üç baş oyuncusunun (Robert De Niro, Ellen Barkin ve Leonardo DiCaprio) performansları parlak, ellili yılların şarkıları filme önemli bir çekicilik kazandırıyor ve Caton-Jones’un yönetmenliği de aksamıyor; ne var ki film ulaşabileceği güce erişemiyor bir türlü ve sinema dili açısından da yeni bir şeyler sunamıyor. Yine de Hollywood’un hikâye anlatma becerisinin belli bir düzeyi yakalamış örneklerinden biri olarak ilgi ile seyredilebilir.

Arabalarında Frank Sinatra’nın sesinden duyduğumuz “Let’s Get Away from It All” adlı şarkısına eşlik ederek seyahat eden anne (Ellen Barkin) ve oğlunu (Leonardo DiCaprio) göstererek başlıyor film. Toby’nin zaman zaman duyduğumuz anlatıcı sesi şunları söylüyor bu yolcukla ilgili olarak: “1957 yılıydı ve Florida’dan Utah’a gidiyorduk. Annem erkek arkadaşından dayak yedikten sonra, arabaya atlayıp arkamıza bakmadan uranyum tarlalarına doğru yola koyulduk. Beş yıl önce ailemiz dağıldığından beri pek yaver gitmeyen şansımızı artık değiştirecektik”. Baba beş yıl önce büyük oğlunu alarak aileyi terk etmiştir ve özgür ruhlu bir kadın olan anne küçük oğlu ile birlikte bir hayat kurabilme peşindedir. Ne var ki erkek arkadaş seçimleri yanlıştır kadının hep ve oğlan da dönemin rock’n roll uyuna uygun bir serserilik içindedir. Sonunda Seattle’da bulurlar kendini ve asıl hikâye bundan sonra başlar. Anne Dwight adında düzgün görünümlü bir adamla (Robert De Niro) ile tanışır ve evlenir ama hayallerdeki gibi değildir gerçekler.

Tobias Wolff’un anılarını kurgu bir hikâyeye dönüştürerek anlatan film Toby karakterini alıyor odağına ve onun büyüme sancılarını Dwight adındaki yeni babası ile olan hayli sancılı ilişkisi ile birlikte anlatıyor. Yaşının olumlu / olumsuz tüm normallerini yaşarken görüyoruz Toby’i ve bir yandan da annenin daha iyi bir seçenek göremediği için katlanmak zorunda kaldığı yeni hayatı içindeki mutsuzluğuna tanık oluyoruz. Bir atıcılık yarışmasının sonucu, Dwight’ın evlilikten önce adam etmek için yanına aldığı Toby’e koyduğu kurallar ve zorladığı şeyler ve evliliğin ilk gecesinde yaşanan durum oğlanı da annesini de zor bir hayat beklediğini açık bir şekilde gösteriyor bize. Hoş bir büyüme hikâyesi olabilecek bir kaynağı işte ancak o kelime ile, hoş bir şekilde anlatıyor hikâye. Belki bir anı kitabından uyarlanmış olmasının da etkisi ile, sanki senaryo bir hayattan seçtiği küçük şeyleri bir araya getirmiş ama onları yeterince organik bir havası olan hikâye içinde bütünleştirememiş görünüyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, yeterince ruhu yok sanki filmin. Oysa gerek kadına bakış gerekse eşcinselller gibi ayrımcılığa uğrayan bir grubu ele almak açısından çok doğru bir yerde duruyor film. Dwight’ın önceki evliliğinden olan üç çocuğundan özellikle ikisinin aynı ortamda yaşamalarına rağmen hikâyenin hiçbir parçası ile anlamlı bir şekilde ilişkilendirilmemesi ve Toby’nin onlarla ilişkisinin hemen hiç gösterilmemesi önemli eksiklikler. Amerikan film yıldızı Lana Turner’ın, annesinin sevgilisini öldüren kızının haberine yer veren senaryo bu bağlamda bir şeye işaret ediyor ama bunu yeterince iyi bağlayamıyor film. Tüm bu sorunların temel nedeni belki de bir dizi film yapısı içinde ve daha uzun bir sürede anlatılması gereken bir hikâyenin bir sinema filmi süresine sıkıştırılması.

Dwight karakteri üzerinden, kendilerinin yoksun kaldıklarını elde edenleri küçümseyen ve ezmeye çalışanları eleştirmesi önemli filmin. Anne bir sahnede şunları söylüyor adama: “Başını pastane camına dayamış çocuklar gibisin hep. Birinin senin hiç elde edemediğin bir şeyi elde etmesinden korkuyorsun. Seni acımasız yapan da bu”. Dwight’ın Toby’nin gerçek babası ile ilgili takıntısı da aynı bağlamda düşünülebilir. Burada filmin Dwight’ın eksikliklerinin kaynağını ve nedenlerini sorgulamaması ve belki de sadece bir karakter sorunuymuş gibi sergilemesi beklenen bir durum Hollywood için. Oysa “Concrete” (Beton) (Bölgedeki büyük bir çimento fabrikasından geliyor bu isim ve kasabanın önceki adı da “Çimento Şehri”ymiş) adındaki bir kasabada yaşamanın ve bir genç için tek kariyer hedefinin süpermarkette yönetici olmasının anlamı üzerinden daha fazla şey söyleyebilirmiş senaryo bize. Bunun yerine ve nedenlerden çok sonuçlara eğilerek, “okul görüşmesi” sahnesinde Dwight’ın ve Toby’nin arkadaşlarının baltalama oyunlarını göstermeyi tercih ediyor film örneğin.

Daha önce farklı televizyon dizilerinde oynayan ve iki sinema filminde küçük rolleri alan Leonardo DiCaprio’nun parladığı ve bir yıldız olacağını kanıtladığı bir yapıt olarak da hatırlanıyor film bugün. De Niro ve Ellen Barkin gibi iki usta oyuncunun yanında ezilmemek bir yana, olağanüstü bir gerçekçiliği ve doğallığı olan bir performans veriyor DiCaprio. Öyle ki De Niro, Martin Scorsese’yi arayıp bu genç oğlana dikkat etmesini söylemiş ve sonrasında bugüne kadar biri kısa, beşi uzun metrajlı olmak üzere gösterime giren toplam altı filmde birlikte çalışmasının yolu açılmış Scorsese ve DiCaprio ikilisinin. De Niro ve Barkin de her zamanki ustalıkları ile karakterlerine hayat verirken, Barkin “mutsuzluğu kabullenen” kadını hüzün veren bir sadelikle oynamış ve öne çıkmış. Gelecek yılların yıldız isimlerinden Toby Maguire’ın ve tecrübeli isimlerden Chris Cooper’ın da yer aldıkları film sıkı soundtrack’i ile de dikkat çekiyor. Sinatra’dan The Everly Brothers’a Eddie Cochran’dan Perry Como ve Brenda Lee’ye pek çok sanatçının şarkıları hem dönemin ruhunun hem de Toby’nin rock’n roll ve doo woop zevkinin uzantısı olarak hikâye boyunca karşımıza çıkıyor ve işitsel bir şölen sağlıyorlar seyirciye.

Bir tarafın gençliğin ve rock’n roll’un diğer tarafın geleneksel değerlerin temsilcisi olduğu iki karakter (Toby ve üvey babası) arasındaki çatışma üzerinden ilerleyen hikâye özellikle finale yakın seyretttiğimiz kavga sahnesi ile bu çatışmayı ve patlama anlarını etkileyici bir şekilde anlatmayı başarıyor. İşini yapmış görünen ama filme kendisinden kayda değer bir şeyler katamayan Michael Caton-Jones’un düz mizanseni yine de bu ve benzeri birkaç kritik sahneyi aksamadan getirebilmiş önümüze ve sonuç seyre değer ama potansiyelini yeterince değerlendirememiş bir yapıt olmuş.

(“Bu Çocuğun Hayatı”)

Shooting Dogs – Michael Caton-Jones (2005)

“Bu lanet kıtada 30 yıl geçirdim. Sahip olduğumuz ve yitirmediğimiz tek şey umuttu. Her zaman umudumuz vardı. Sahip olduğumuz tek şeydi bu. Şimdi… hiçbir şey kalmadı”

Ruanda’da 1994 yılındaki Hutu katliamından kaçmak için BM gözetimindeki bir okula sığınan Tutsiler ve onları korumaya çalışan bir rahip ve bir öğretmenin hikâyesi.

Modern tarihin en büyük katliamlarından biri olan ve 1994 yılında Ruanda’da yaşanan olayları aktaran bu çalışma gerçek mekanlarda çekilmiş olması ile öne çıkıyor öncelikle. İktidardaki Hutu kökenliler ile azınlıktaki Tutsiler arasında yaşanan ve -filmdeki ifadeye göre- yaklaşık 800 Bin Tutsi’nin öldürülmesi ile sonuçlanan bu soykırım tarihte insanın insanlıktan en çok uzaklaştığı anların korkunç bir örneği olsa gerek. Film okula sığınan Tutsiler’e odaklanırken, soykırım esnasında Birleşmiş Milletler örgütünün hantal ve pasif yapısından sadece okuldaki Beyaz’lara (hatta başta sadece Fransızlar’a yardıma niyetli) Fransız ordusuna kadar çeşitli kurumları da eleştiriyor. Ne var ki David Wolstencroft’un senaryosu olayların kökenine ve Batılı güçlerin ülkenin içine düştüğü haldeki rolüne hiç değinmeyip sadece olayların geçtiği ana odaklanıyor ve Hutu’ları en zalim ve Tutsiler’i en masum göstererek popüler bir filmin kolaycılığına kaçıyor sık sık. Tüm bu yaşananların sadece yirmi yıl önce olduğunu düşündüğünüzde, tanık olduğunuz katliam görüntülerinin korkunçluğu daha da büyüyor ve her türlü ayrımın (dini, etnik , siyasi vs.) tarihteki hemen tüm kötülüklerin de en büyük nedeni olduğunu hatırlamadan edemiyorsunuz. İktidarın yandaşı olan sivilleri öteki olarak gördüklerinin üzerine nasıl salıverdiğini ve katliama teşvik ettiğini görmek ise Türkiye’nin yakın tarihinde ve bugün yaşananları düşündüğünüzde daha da umut kırıcı oluyor, insanlığın geleceği açısından. Yönetmen Michael Caton-Jones bu korkunç hikâyeyi etkileyici kılan ama özel bir parıltısı olmayan bir sinema dili ile getiriyor karşımıza ve kolay yollardan ilerlemeyi tercih eden senaryonun görsel karşılığını üretmeyi başarıyor.

BM zoru ile sağlanmış görünen ve aslında Hutu’ların Tutsiler’i fişlemek ve katliamları planlamak için zaman kazanmasına neden olan geçici barış döneminin başkanın uçağının düşürülerek öldürülmesi sonucu sona ermesi ile başlayan katliamı anlatıyor hikâyemiz, hayli etkileyici görüntüler eşliğinde. Suikastin asıl sorumlusu bugün hâlâ bilinmiyor olsa da, sonuçta bu cinayet yönetimdeki Hutu’ların hem Tutsiler’i hem de barış yanlısı Hutu’ları soykırımdan geçirmesi için “fırsat” oluyor ve ortaya korkunç görüntüler çıkıyor. Hikâye okula sığınan Beyazlara gösterilen ayrıcalıkları çekinmeden göstermesi ve BM askerleri gider gitmez eli palalıların (tanıdık gelmiş olmalı!) kıyımına uğrayacak Tutsi’lerin yürek burkan görüntülerini net bir şekilde sergilemesi ile bir takdiri hak ediyor kesinlikle. Buna karşılık tüm bu beyazların sorunun kaynağındaki rollerine hiç değinmiyor filmimiz. Afrika veya Orta Doğu gibi bölgelerde emperyalist güçlerin ele geçirdikleri toprakları rahat yönetebilmek için o toprakların asıl sahibi olan halkları şu ya da bu kriterle nasıl böldüğünün ve dünya üzerinde bugün de süren pek çok kıyımın asıl ve bazen de tek sorumlusunun Batılılar olduğunun bir iması dahi geçmiyor senaryoda ne yazık ki. Buna karşılık senaryo bugün pek çok farklı yerde yaşanan veya yaşanmakta olan katliamların diğer kaynakları ile ilgili pek çok ipucu veriyor seyredenine. Azınlık olanları rahat bırakırsak bizi köle yapacaklar diye korkutulan bir çoğunluk, sivillerin faili olduğu katliamların arkasında hemen her zaman bir iktidar gücü olması (burada hükümetteki bakanların soykırımın planlayıcısı olduğunu görüyoruz) veya dün komşu ve hatta dost olduklarını bugün acımasızca öldürebilen sıradan insanlar… Tüm bunlar pek çok katliamın unsuru olarak tanıdık gelecektir mutlaka. Hikâyenin beyazların olan bitendeki rolünü atlamasının yanısıra rahip ve öğretmen üzerinden beyaz vicdanının altını bazen fazlası ile çizdiğini de söyleyelim bu arada.

BBC muhabiri olan bir kadın gazetecinin “Bosna savaşında ne zaman ölü bir kadın görsem, onun annem de olabileceğini düşünürdüm ve ağlardım. Buradakiler ise sadece ölü bir Afrikalı gibi geliyor bazen ve ölü kadın bana annemi çağrıştırmadığı için ağlayamıyorum” itirafı katliamları bugün klasik veya sosyal medyadan “takip edip üzülen” herkese ve genel olarak Batılı vicdanına bir gönderme olarak ilgi çekiyor. Caton-Jones hikâyenin gerçekliğinden kaynaklanan etkileyiciliğini pek çok sahnede başarı ile kullanmış görünüyor. Okul alanının dışında avlarını bekleyen eli palalıların tüm görüntüleri veya acı çekmeden ölmek için BM askerlerinin komutanından en azından çocuklar için korkunç bir istekte bulunan Tutsi’ye kadar pek çok sahne hikâyeye kayıtsız kalmanızı engelleyecek çarpıcılığa sahip. Okuldaki beyazlardan birisinin inancı temsil eden rahip, diğerinin aklı temsil eden öğretmen olması yaşananlara inançlar ve Tanrı açısından yaklaşımın sorgulanmasını da sağlıyor ve bu da filmin ek bir ilgi çekici yanı ama senaryonun bu konuda yeni şeyler söylediğini iddia etmek pek mümkün değil.

Soykırımdan kurtulabilen ve/veya pek çok yakını soykırım kurbanı olan kimi Ruandalılar’ın filmin kadrosunda (çoğunlukla kamera arkasında) yer alması ve kapanış jeneriğinde fotoğrafları ile bu kişilerin anılması filme duyarlılık açısından bir artı sağlıyor kesinlikle ve seyredeni de etkiliyor doğal olarak. Ve bu insanların gülen yüzleri, insanın geleceği için ne olursa olsun umudun asla ölmeyeceğini de söylüyor bize. Film korkunç bir katliamın bir parçasına odaklansa da hem zaman zaman okul dışına çıkan kamera büyük resmin dehşetini de hissetmemizi sağlıyor hem de kıyımdan geçirilenlerin birer sayı değil insan olduğunu, sevgileri, umutları ve korkuları olan insanlar olduğunu hatırlamamızı sağlıyor. Baş rollerdeki John Hurt ve Hugh Dancy’nin rollerinin içini çok iyi doldurduğu ve çoğunlukla doğrudan göstermese de şiddeti fazlası ile hissetmemizi sağlayan film, görülmeyi hak eden ve gereksiz oyunlara girişmeden de bir hikâyenin başarı ile aktarılabileceğini kanıtlayan bir çalışma.

(“Beyond the Gates” – “Köpekleri Vurmak”)