“Çok seksi bir kadın. Kocasının yerinde olsam, onu kilit altında tutardım”
Farklı iki nesilin birleşen ihanet ve tutku hikâyeleri.
İngiliz yönetmen Mike Figgis’in senaryosunu da yazdığı ve ABD yapımı olarak çektiği bu filmi farklı olmaya çalışan ve bunu bir ölçüde de başaran ama özellikle senaryosundan kaynaklanan problemler nedeni ile bir türlü tam anlamı ile tatmin edici olamayan bir çalışma. Film adını Franz Liszt’nin Liebestraum (“Aşk Rüyası”) isimli eserinden alıyor ama hafif erotizme göz kırpan içeriği ile aşktan çok bir tutkuyu karşımıza getiriyor gibi ve o tutku da pek çekici biçimde sergilenmiyor ne yazık ki. Liszt’in eserlerinin orijinal ve caz yorumlarının ağırlıklı olduğu filmin soundtrack çalışmasındaki orijinal müzik ise filmlerinin çoğunda olduğu gibi Figgis’e ait. İddia ettiği gerilime de yeterince sahip olamayan film, yine de sıradan olmayı ret eden tavrı ve daha da önemlisi görselliği ile ilgi görmeyi hak ediyor.
Liszt’in iki Alman şairin, Uhland ve Freiligrath’ın şiirlerinden bestelediği Liebestraum adlı klasik piyano besteleri (piyano için üç ayrı solo eser) sinemadan caza, bilgisayar oyunlarından reklamlara pek çok alanda kullanılmış ünlü bir eser. Liszt’in bu çalışmasının popülerliğini vurgulamak için Elvis Presley’in bile “Viva Las Vegas” filmi için eseri, “Today, Tomorrow and Forever” adı ile uyarlamış olduğunu söylemek yeterli olur sanırım. Peki, bu eseri ilham kaynağı alan ve hatta filmine de isim yapan Mike Figgis’in filmi neden bu popülerliğin uzağına düşmüş? Kastettiğim farklı bir sinemacı olan Figgis’in peşine zaten düşmeyeceği geniş kitlelerin ilgisi değil elbette. Ne var ki Figgis’in filmi “tam olmamış” hali ile sinefillerin de hararetle anacağı bir esere dönüşememiş. Bu olmamışlığın da temel nedeni senaryonun yeterince olgunlaştırmadan karakterleri ve olayları önümüze sürmesi. Örneğin Kevin Anderson’un canlandırdığı ve filmdeki dozunda tutulmuş görünen erotizmin erkek tarafını temsil eden Nick karakterinin gizemli ve “cool” havaları bir türlü hikâye ve diyaloglar ile örtüşmüyor ve boşta kalıyor. Onunla Pamela Gidley’in oynadığı Jane karakteri arasındaki tutku ise önceden tahmin edilebilirliği ve buna rağmen içinin doldurulamamış olması nedeni ile bir cazibe kaynağı olamıyor. Bill Pullman’ın aldatılan koca karakteri Paul ise senaryonun ihmal ettiği bir karakter ve Pullman’a da pek oynayacak bir alan bırakmamış.
Figgis’in filminin seyreden üzerinde bıraktığı bir olumsuz izlenim de “aldatılmışlık hissi”. Gizemli sahneler, sessiz bakışlar ve bir sırrı barındırıyor gibi görünen karakterler vb. öğelerin tümü karşılığını bulmuyor hikâye bittiğinde ve senaryodaki “inşaat alanında son anda ölümden dönülen kaza sahnesi” gibi tüm olan bitenle ilgisiz kalıyor bir şekilde. Partideki sarhoş ve tacizci polis veya doktorun fettan karısı karakterleri ise vaatkâr bir şekilde görünüp, sonra kaybolmaları ile senaryonun unuttukları arasına giriyorlar. Adeta korku filmi atmoferinde çekilmiş birkaç sahnenin filmde ne işi vardı diye de sormak gerekiyor bunlara ilave olarak. Figgins’in yıldız oyuncu Kim Novak’ı sinemadaki son rolündeki kullanım biçimi de hayal kırıklığı yaratabilir. Oyuncu hayli kilit bir rolü üstlenmiş ama senaryo onu sürekli yatakta, ölmekte olan ve hırıltılar ve çığlıklarla son günlerini yaşayan bir kadın gibi göstererek, özetle oynayacağı bir alan vermeyerek sinemaya şık ve sağlam bir vedada bulunmasına engel olmuş.
Peki, film bu pek de önemsiz olmayan kusurlarına rağmen neden yine de ilgi çekebilir? Her şeyden önce, Figgins’in filmi görsel becerisi ile ilgiyi hak ediyor. Yıllarca terk edilmiş duran ve içindeki katlı mağaza ile birlike yeni bir AVM inşaatı için yıkılacak olan binanın dış ve iç mekan çekimleri gerçekten başarılı (filmde sonradan boşa düşen bazı beklentilerin sorumlusu olan da temel olarak bu iç mekan çekimleri). Yılların biriken tozu, içeride işlenen cinayetten sonra donmuş gibi duran hayatın hüzünlü görüntüsü gerçekten etkileyici. Figgins’in içerik olarak karşılığı yeterince üretilmemiş olsa da gölgeler, radikal kamera açıları ve akıllıca kullandığı sessizlik anları filmi biçimsel bağlamda üst bir düzeye çıkarıyor. Bu görsel başarının mimarlarından görüntü yönetmeni Juan Ruiz Anchía’yı da anmış olalım bu arada.
(“Hesaplaşma Günü”)