Liebestraum – Mike Figgis (1991)

“Çok seksi bir kadın. Kocasının yerinde olsam, onu kilit altında tutardım”

Farklı iki nesilin birleşen ihanet ve tutku hikâyeleri.

İngiliz yönetmen Mike Figgis’in senaryosunu da yazdığı ve ABD yapımı olarak çektiği bu filmi farklı olmaya çalışan ve bunu bir ölçüde de başaran ama özellikle senaryosundan kaynaklanan problemler nedeni ile bir türlü tam anlamı ile tatmin edici olamayan bir çalışma. Film adını Franz Liszt’nin Liebestraum (“Aşk Rüyası”) isimli eserinden alıyor ama hafif erotizme göz kırpan içeriği ile aşktan çok bir tutkuyu karşımıza getiriyor gibi ve o tutku da pek çekici biçimde sergilenmiyor ne yazık ki. Liszt’in eserlerinin orijinal ve caz yorumlarının ağırlıklı olduğu filmin soundtrack çalışmasındaki orijinal müzik ise filmlerinin çoğunda olduğu gibi Figgis’e ait. İddia ettiği gerilime de yeterince sahip olamayan film, yine de sıradan olmayı ret eden tavrı ve daha da önemlisi görselliği ile ilgi görmeyi hak ediyor.

Liszt’in iki Alman şairin, Uhland ve Freiligrath’ın şiirlerinden bestelediği Liebestraum adlı klasik piyano besteleri (piyano için üç ayrı solo eser) sinemadan caza, bilgisayar oyunlarından reklamlara pek çok alanda kullanılmış ünlü bir eser. Liszt’in bu çalışmasının popülerliğini vurgulamak için Elvis Presley’in bile “Viva Las Vegas” filmi için eseri, “Today, Tomorrow and Forever” adı ile uyarlamış olduğunu söylemek yeterli olur sanırım. Peki, bu eseri ilham kaynağı alan ve hatta filmine de isim yapan Mike Figgis’in filmi neden bu popülerliğin uzağına düşmüş? Kastettiğim farklı bir sinemacı olan Figgis’in peşine zaten düşmeyeceği geniş kitlelerin ilgisi değil elbette. Ne var ki Figgis’in filmi “tam olmamış” hali ile sinefillerin de hararetle anacağı bir esere dönüşememiş. Bu olmamışlığın da temel nedeni senaryonun yeterince olgunlaştırmadan karakterleri ve olayları önümüze sürmesi. Örneğin Kevin Anderson’un canlandırdığı ve filmdeki dozunda tutulmuş görünen erotizmin erkek tarafını temsil eden Nick karakterinin gizemli ve “cool” havaları bir türlü hikâye ve diyaloglar ile örtüşmüyor ve boşta kalıyor. Onunla Pamela Gidley’in oynadığı Jane karakteri arasındaki tutku ise önceden tahmin edilebilirliği ve buna rağmen içinin doldurulamamış olması nedeni ile bir cazibe kaynağı olamıyor. Bill Pullman’ın aldatılan koca karakteri Paul ise senaryonun ihmal ettiği bir karakter ve Pullman’a da pek oynayacak bir alan bırakmamış.

Figgis’in filminin seyreden üzerinde bıraktığı bir olumsuz izlenim de “aldatılmışlık hissi”. Gizemli sahneler, sessiz bakışlar ve bir sırrı barındırıyor gibi görünen karakterler vb. öğelerin tümü karşılığını bulmuyor hikâye bittiğinde ve senaryodaki “inşaat alanında son anda ölümden dönülen kaza sahnesi” gibi tüm olan bitenle ilgisiz kalıyor bir şekilde. Partideki sarhoş ve tacizci polis veya doktorun fettan karısı karakterleri ise vaatkâr bir şekilde görünüp, sonra kaybolmaları ile senaryonun unuttukları arasına giriyorlar. Adeta korku filmi atmoferinde çekilmiş birkaç sahnenin filmde ne işi vardı diye de sormak gerekiyor bunlara ilave olarak. Figgins’in yıldız oyuncu Kim Novak’ı sinemadaki son rolündeki kullanım biçimi de hayal kırıklığı yaratabilir. Oyuncu hayli kilit bir rolü üstlenmiş ama senaryo onu sürekli yatakta, ölmekte olan ve hırıltılar ve çığlıklarla son günlerini yaşayan bir kadın gibi göstererek, özetle oynayacağı bir alan vermeyerek sinemaya şık ve sağlam bir vedada bulunmasına engel olmuş.

Peki, film bu pek de önemsiz olmayan kusurlarına rağmen neden yine de ilgi çekebilir? Her şeyden önce, Figgins’in filmi görsel becerisi ile ilgiyi hak ediyor. Yıllarca terk edilmiş duran ve içindeki katlı mağaza ile birlike yeni bir AVM inşaatı için yıkılacak olan binanın dış ve iç mekan çekimleri gerçekten başarılı (filmde sonradan boşa düşen bazı beklentilerin sorumlusu olan da temel olarak bu iç mekan çekimleri). Yılların biriken tozu, içeride işlenen cinayetten sonra donmuş gibi duran hayatın hüzünlü görüntüsü gerçekten etkileyici. Figgins’in içerik olarak karşılığı yeterince üretilmemiş olsa da gölgeler, radikal kamera açıları ve akıllıca kullandığı sessizlik anları filmi biçimsel bağlamda üst bir düzeye çıkarıyor. Bu görsel başarının mimarlarından görüntü yönetmeni Juan Ruiz Anchía’yı da anmış olalım bu arada.

(“Hesaplaşma Günü”)

2013 Festival Notları 1

Quelques Heures de Printemps (Bir Yudum Bahar) – Stéphane Brizé : Fransız yönetmen Brizé 2009’daki mükemmel “Mademoiselle Chambon” adlı çalışmasından sonra bir kez daha yüreklere ve akla dokunan bir film çekmiş. Yine Vincent Lindon’un başrolde olduğu ve kendisine Hélène Vincent ve Emmanuelle Seigner’in başarı ile eşlik ettiği filmde Brizé bir kez daha büyük sözler etmeden, gerçekçi karakterlerin gerçek hayatları yaşadıkları bir hikâye ile anne ile oğlu arasındaki uzlaşılamayan ilişkiyi ötenazi olgusunu da içine katarak anlatıyor. Son bölüm bir parça odağı gereksiz bir şekilde başka bir alana kaydırsa da film doğallığı ile çarpıyor seyredeni. Her bir cümlenin nerede ise kusursuz olduğu bir senaryo, başarılı oyunculuklar ve sakin ve has bir sinema tadı veren mizanseni ile Brizé yine mükemmele yakın bir iş çıkarmış. Sinemanın süslenmiş, çarpıtılmış, bir ürüne dönüştürülmüş olanları değil gerçek karakterleri, insanları ilgi alanına aldığında nasıl etkili olabildiğini bir kez daha kanıtlayan, kaçırılmaması gerekli bir film.
(“A Few Hours of Spring”)

7 Cajas (7 Kasa) – Juan Carlos Maneglia / Tana Schembori : Paraguay sinemasından eğlenceli, gerilimli, hızlı ve seyre kesinlikle değer bir film. Kalabalık bir çarşı içinde, daha doğrusu bir pazar yerinde geçen film tek amacı “televizyon ekranında görünmek” ve biraz para kazanmak olan bir gencin bulaştığı işte başına gelenleri hızlı bir tempo, eşlik eden keyifli müzikler ve komediye de göz kırpan bir atmosfer ile anlatıyor. Belki de tek kusuru komedinin dozunun gereksiz arttığı bölümler olan film çok sayıdaki ana karakteri, rahatsız etmeyen ilişkiler içinde birbirine bağlamayı başarmış ve ortaya enerjik bir çalışma çıkmış. Pazar yerindeki el arabalı takip sahneleri için bile ilgiyi hak ediyor. Kaosun içinden etkileyicilik çıkartmayı başaran eser yoksulluğu da sömürmeden veya anlamsız bir biçimde benzetildiği “Slumdog Millionaire” filmindeki gibi şıklıkların parçası yapmadan hikâyesinin odağına koymayı başarıyor.
(“7 Boxes”)

Lemale et Ha’halal (Boşluğu Doldurmak) – Rama Burshtein : İsrail’de ortodoks yahudilerin aşırı muhafazakâr hayatlarında geçen bir dram. Doğum sırasında ölen ablasının kocası ile evlenmesi beklenen genç bir kızın hikâyesini, kendisi de kadın olan yönetmen Burshtein kadınlara özgü denebilecek bir duyarlılık ile ele almış. Evlenmenin kadınlar için nerede ise tek amaç olarak göründüğü bir toplumda bireysel özgürlüğünü öne çıkarmaya çalışan genç kızın önündeki en büyük engel olan kişinin yine bir kadın, annesi oluşu ve onun gerekçesinin de kadınlara özgü bir anaçlık içermesi hayli ilginç bir yaklaşım. Burshtein’ın senaryosu bu ibadet odaklı toplumun geleneklerinin bolca ve açıkçası biraz dozu kaçmış bir biçimde sergilenmesine izin veren ve hatta yönetmenin eleştirmekten çok objektif bir sergileme ağırlıklı tavrı nedeni ile kimi oldukça eğlenceli anları karşımıza getiren bir yapıya sahip. Erkeklerin inanç ve ekonomi alanında, kadınların ise aile konularında hâkim güç olduğu toplumda bireylerin özgürlüklerinin nasıl “doğal” bir kısıtlamaya tabi olduğunu anlatan etkili bir dram bu film.
(“Fill the Void”)

Yek Khanévadéh-e Mohtaram (Saygın Bir Aile) – Massoud Bakhshi : 22 yıl sonra ülkesi İran’a üniversitede geçici olarak ders vermek için dönen bir akademisyenin yaşadıklarını anlatan film ülkenin devrim ve sonrasında geçirdiği değişimin kendisine değil bireylere odaklanıyor ve ülkenin nasıl bir kaosun ve yozlaşmanın içinde debelendiğini anlatıyor. İlginç bir şekilde komik anları da içermeyi başaran film baş oyuncusu Babak Hamidian’ın oldukça başarılı oyunu ile eğlenceli olmayı da beceriyor. İran sinemasının sinemasal atraksiyonlardan uzak, karakterlere ve onlar üzerinden sosyal meselelere dokunan çarpıcı filmlerinin bir başka örneği. Bol diyalog içermesine rağmen hiçbir anında sıkmamayı başaran film sondaki sürprizini hiç açık etmemesi ile de takdiri hak ediyor. Irak ile İran arasındaki savaşın görüntülerini hikâyeye ustalıkla yediren film olayların geçtiği iki şehri, Şiraz ve Tahran’ı hikâyenin atmosferine uygun bir biçimde taşıyor perdeye. İranlı resmi görevlilerin akademisyene sık sık sarfettiği “siz Avrupa’dan gelenler burada kanun yok mu zannediyorsunuz” cümlesi ülkenin nasıl bir ruh hali içinde olduğunu akıllıca gösteren bir seçim olmuş yönetmenin yazdığı senaryo için.
(“A Respectable Family”)

Suspension of Disbelief (Gördüğüne İnan) – Mike Figgis : Gerçek ile kurgu arasındaki ayrıma odaklanan filmin adı -sinema sanatı için düşünüldüğünde- seyircinin gördüğünün bir kurgu olduğu düşüncesini bir kenara bırakıp ona inanmasını anlatan bir terim; bir başka deyişle seyircinin gördüğüne inanmamayı askıya alması anlatılmaya çalışılan. Film içinde film mantığı ile ilerleyen film, Figgis’e özgü teknik yaklaşımların (bölünmüş perde, yavaşlatılmış hareketler, renkliden siyah beyaza geçişler, yüksek grenli görüntüler vs.) bolca kendisini gösterdiği bir çalışma. Ne var ki filmin kendisinin seyircinin inançsızlığını ertelemesini sağlayabildiği şüpheli. Gereğinden fazla şık bir görüntüsü olan film seyirciyi karakterlerinin yanına taşımakta da zorlanıyor ve teknik ağırlıklı yaklaşım seyredilenin gerçek olarak algılanmasını da güçleştiriyor. Yine de her Figgis filmi gibi ilgi çekici yanlarının olduğu açık; yönetmenin senaristliğini, kurgusunu ve görüntü yönetmenliğini de üstlendiği film sadece giriştiği deneme açısından bile ilgiyi hak ediyor örneğin. Ayrıca tartışmaya açtığı kavramın da hayli farklı okumalara ve düşünmelere imkân verdiğini akılda tutmalı.