Midak Sokağı – Necib Mahfuz

1988’de Nobel kazanan Mısırlı yazar Necip Mahfuz’un 1947 tarihli romanı. 1911 – 2006 yılları arasında yaşayan ve Arapça edebiyatın en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilen Mahfuz, edebî yaşamı boyunca 35 roman, 26 film senaryosu, 350’nin üzerinde kısa hikâye ve 7 tiyatro oyunu yazan ve desteklediği Cemal Abdünnâsır yönetiminde yaşadığı hayal kırıklığı nedeni ile yedi yıl boyunca yazmaya ara vermesine rağmen hayli verimli yazın hayatına sahip olan bir sanatçı. Eserleri sinema ve televizyona en çok uyarlanan Mısırlı yazar olan Mahfuz’un dilimize ilk kez 1977’de “Ara Sokak” adı ile çevrilen romanında İkinci Dünya Savaşı’nın son zamanlarında, bir sokakta yaşayan karakterler üzerinden dönemin Mısır toplumu canlı bir şekilde getiriliyor okuyucunun önüne. Yazarın ülkesine ve insanlarına duyduğu sevgiyi, onları tüm sorunlu yanları ile birlikte resmetmesine rağmen, elle tutulur bir şekilde hissettiren roman bizde de yaşanabilecek türden bir hikâyeyi, yine bize tanıdık gelecek karakterlerle ve zaman zaman bir Orhan Kemal atmosferini hatırlatacak şekilde anlatan ilginç bir kitap.

Mahfuz’un romanı iki kez aktarılmış sinemaya: Hasan El-Emam’ın 1963 Mısır yapımı “Zouqâq al-Midaqq” ve Jorge Fons’un çok beğenilen, 1995 tarihli ve hikâyeyi Kahire’den Mexico City’ye taşıyan yapıtı “El Callejón de los Milagros” (Mucizeler Sokağı). Zengin karakterleri ve bir sokağı mikrokozmos olarak kullanarak bir dönemi ve o dönemde bir toplumun resmini etkileyici bir şekilde çizebilmesi sinema için gerçekten de iyi bir malzeme sağlıyor ve özellikle Fons’un uyarlaması bu potansiyeli başarılı bir şekilde kullanmıştı. Eski ile yeninin çatışması, yoksulluktan farklı yollarla kurtulma çabaları ve sadece Mısır’a değil, tüm Doğu dünyasına (ve Meksika uyarlamasını düşünürsek, Batılı olmayan tüm dünyalara) dokunan bir hikâye anlatması romanı baştan sona eksilmeyen bir ilgi ile okumayı sağlıyor. Merkezden uzakta, kenar mahallelerde yaşayan sıradan insanların hikâyesi burada anlatılan ve o “küçük insanlar”ın nasıl ve neden o şekilde yaşadıkları üzerine okuyucuyu düşündürmeyi de başarıyor eser.

Mahfuz evrensel olmanın yolunun öncelikle yereli özümsemekten ve onun aynası olmaktan geçtiğine inanan bir yazar ve burada parlak bir örneğini vermiş bu düşüncesinin. Oldukça yerel ve işte tam da bu nedenle aynı zamanda oldukça evrensel bir boyutu var kitabın ve her bir ana karakterini tüm özlemleri, arzuları, kişilikleri, çabaları ve hataları ile tam bir çıplaklıkla sergileyebilmesi önemli bir zenginlik katıyor romana. Uyuşturucu, hırsızlık, fahişelik, sokak halkı tarafından bunlarla eş derecede bir ahlaksızlık olarak görülen eşcinsellik, yoksulluk, cinsellik, din, sınıf farkları ve sınıf atlama arzuları gibi temalar baştan sona romana hâkim olurken, oldukça gerçekçi ve özgün bir içerik sağlıyorlar kitaba. “Bu sokaktan geldiğini ve buraya döneceğini hiçbir zaman unutma” cümlesinin karakterlerin o sokak (o ülke ve o toplum) ile olan ezelÎ ve ebedî bağımlılıklarını işaret ettiği yapıt, çıkışı İngiliz ordusu için çalışmakta ararken; Hitler’in, beklediğinden erken yenilgiyi kabul etmesine öfkelenen bir genç adamın şu sözleri üzerinden de bir isyana aracı oluyor sanki: “Ne umutsuz zavallılarız biz! Ülkemizin acınacak hâli var, halkımızın da öyle!”.

Mahfuz aynı anda hem karanlık hem eğlenceli bir dil kullanmış romanında ve özellikle belli bir çıkışı işaret etmekten çok, bir resim çizerek toplumun resmini çizmeyi terih etmiş. Sokağın hayatını etkileyen trajedilerin etkisi ile ilgili olarak yazar şu cümleleri kuruyor: “Sokağın hayatıydı işte bu. Kızlardan biri kaybolunca ya da erkeklerden biri cezaevine düşünce biraz aksardı ama bu küçük damlacıklar da onun pürüzsüz yüzünde çabucak kaybolurdu…ve sabah olan, akşam unutulurdu burada”. Yazar işte bu yalın birkaç sözcükle, “hafızasız” bir toplumun daha iyiye gitme ihtimalini de sorgulatıyor bize.

(“Zuqaq El Midaq”)