“Yeni bakımevine falan gitmek istemiyorum! Ben annemin yanına dönmek istiyorum!”
Travmaları nedeni ile öfke kontrolü problemi olan ve tekrar annesi ile birlikte yaşayabilmekten başka bir amacı olmayan dokuz yaşındaki “oyunbozan” bir çocuğun ve onunla baş etmeye çalışan devlet kurumlarının hikâyesi.
Nora Fingscheidt’in yazdığı ve yönettiği bir Almanya yapımı. Berlin’de Altın Ayı için yarışan ve “Sinema sanatında yeni bakış açıları yaratan” filmlere verilen Alfred Bauer ödülünü kazanan yapıt, yönetmenin kısa ve orta metrajlı filmlerden ve belgesellerden sonra çektiği, ilk uzun metrajlı kurgu çalışmasıydı ve başta ülkesindekiler olmak üzere pek çok festivalden de ödülle döndü. Benni adındaki çocuğu canlandıran Helena Zengel’in karakterinin tüm öfkesini, şiddetli arzusunu, travmalarını ve çocukluğunu çok güçlü bir performansla karşımıza getirdiği film zor bir meseleyi özenle ele alması ve çözüm (ya da çözümsüzlük) üzerine seyircisini de düşündürebilmesi ile önemli bir çalışma olarak ilgiyi hak ediyor.
Nora Fingscheidt’in bu yapıtla ilgili ilk çalışması 2014’te Simone Catharina Gaul ile birlikte yönettikleri ve evsiz kadınların bulunduğu bir barınaktaki yaşamı anlatan “Haus Neben den Gleisen” adlı belgeselin çekimleri sırasında başlamış. Bu barınakta karşılaştığı ve “oyunbozanlığı” nedeni ile hiçbir resmî kurumun kabul etmeye yanaşmadığı on dört yaşındaki bir kızın hikâyesi çok etkilemiş onu ve sonunda ortaya “Systemsprenger”in çıkacağı bir senaryoyu yazma sürecine girmiş. Beş yıl boyunca süren çalışmalarında çocukların ve gençlerin kaldığı bakım kurumlarında çalışanlarla, travmalı bireylerle ve resmî kurumlarla uzun görüşmeler gerçekleştirmiş Fingscheidt ve gözlemlerde bulunmuş. Tüm bu titiz çalışmanın sonucunu yakaladığı sert gerçekçiliği ile güçlü bir biçimde gösteriyor film.
Jeneriğe damgasını vuran pembe renkten ve kahramanının dokuz yaşında bir kız çocuğu olmasından beklenmeyecek sertlikte bir öyküsü var filmin. Yapımcı firmaların isminden oluşan açılış jeneriğine eşlik eden ve 1970’lerin korku filmlerinden tanıdık gelecek bir gerilim havası taşıyan, John Gürtler imzalı müzik bu sertliğin ilk işareti olurken, Gürtler’in notaları öykü boyunca sert havasını hep koruyor ve önemli bir katkı sağlıyor filme. Benzer şekilde açışlış sahnesi ve onu izleyen birkaç dakika öykünün kahramanını ve meselesini de hemen tanıtıyor bize. Önce ayağındaki pembe çorabı ve sonra da vücuduna bağlı kabloları görüyoruz Benni’nin. Gerçek adı olan Bernadette’i “aptal sarışınları çağrıştırdığı” gerekçesi ile benimsemeyen ve bir erkek ismi olan Benni’yi kullanan çocuğa “İlaçlarını düzenli olarak alıyor musun?” diye soruyor doktor. Bacağında ve gövdesinde birkaç berelenmenin izini de taşıyan Benni’ye sorulan bu soru ve doktorun “sinirlerini daha iyi yönetebilmesi” için ilaçların dozunu artıracağını söylemesi onun sürekli ilaç kullanması gereken bir psikiyatrik rahatsızlığı olduğunu anlatıyor bize. Okulundan hep uzaklaştırma kararı alan, gönderildiği tüm bakımevlerinde sorun yaratan ve kontrolü imkânsız öfke nöbetlerine kapılan Benni, annesinin (Lisa Hagmeister) ifadesine göre erken çocukluk döneminde karşılaştığı şiddet nedeni ile travmaları olan bir çocuktur ve şartları uygun olmayan, kızının içinde bulunduğu durumu yönetemeyen annesinden alınmıştır devlet tarafından. Hayattaki tek arzusu annesi ile yeniden yaşamak olan çocuk bu ayrılığa çok şiddetli tepkiler vermektedir ve bir sosyal devletin mekanizmalarının baş edemediği bir “oyunbozan”a dönüşmüştür. Öyle ki görevlilerden biri, “Bazen keşke hâlâ çocukları hapse atabilsek diyorum” diyecektir bir toplantıda sistemin çaresizliğinin dışavurumu olarak. Benni’ye her zaman yardımcı olmaya çalışan Bafané (Gabriela Maria Schmeide) adlı bir kadının iyi niyetli çırpınışlarının sonuçsuzluğuna tanık olduğumuz çok etkileyici bir sahne, bu çaresizliği çok güçlü bir biçimde anlatıyor bize. Öykü temel olarak, bu çocuğa okula gidiş gelişlerinde refakatçilik etmekle görevlendirilen ve daha önce de sorunlu çocuklarla çalışmış olan Micha (Albrecht Schuch) adındaki adamla kızın ilişkisi üzerinden ilerleyecek ama film ortalama bir Hollywood yapıtından çok farklı şekilde ele alacaktır bu ilişkiyi ve sonuçlarını.
Filmi benzer bir konuyu ele alan bir anaakım sinema örneğinden farklı kılan, etkileyici ve doğru finalinin de gösterdiği gibi, sorunun çetrefilli içeriğini ve boyutunu, kolay bir çözümün olmadığını ve modern dünyanın sosyal sistemlerinin koruyuculuğunun sınırları olduğunu samimi bir şekilde ortaya koyması. Ebeveynlerin iliişkilerinin çocuklar üzerindeki etkisini, “tüm dünyaya öfkeli” bir çocuğun idare edilmesinin güçlüğünü ve sevginin -tüm o varlığından umut edilen- gücünün sınırlarını seyircinin önüne sözünü sakınmadan getiriyor film ve onu da o çetrefil problemin taraflarından biri yapıyor. Sık sık atılan çığlıklar, öfke nöbetleri ve ancak ağır bir uyuşturucu ile elde edilebilen sakin görünümün rahatsız edici yapaylığı gibi unsurlar, içerdiği tüm sevgiye rağmen, filmin seyrine bilinçli bir zorluk katıyor ki doğru bir seçim olmuş bu; çünkü Hollywood’un “sevgi iyileştirir” basitleştiriciliğinden özenle uzak duruyor Nora Fingscheidt’in senaryosu.
Micha karakteri, işte bu yukarıda anılan basitleştirmenin önemli bir aracı olarak kullanılıyor filmde. Okul refakatçisi olarak işe başlayan -ve tahmin edilebileceği gibi- kendi geçmişi de sorunlu olan adamın daha önce 16 yaş ve üzeri erkek çocuklarla denediği, bire bir ilişki kurarak “terapi ve tedavi” sürecini bu kez Benni için uygulamayı önermesi tüm resmî yetkililer tarafından bir rahatlama duygusu ile karşılanıyor, her ne kadar sonuçtan ümitleri olmasa da. Benni’ye hep sevgi ve güven ile ama kararlı ve tarafsız tavrını koruyarak yaklaşan Micha’nın başarıp başaramayacağı öykü için bir ilgi ve gerilim kaynağı olurken, başta “sesinin yankısını duyma” sahnesi olmak üzere pek çok etkileyici âna da tanık olmamızı sağlıyor. “Peki ya karını ve çocuğunu öldürürsem, o zaman sadece benim olurdun” gibi sert sözlerin sarf edildiği bu “mesafeyi koruma” çabasının akıbeti filmin dürüst gerçekçiliğinin de bir örneği. Burada, filmin sertliğin dozu ile ilgili ince çizgiyi zaman zaman gereksiz şekilde aştığını ve bu tür sahnelerin bir tekrar duygusuna yol açtığını da söylemek gerekiyor.
Kapanış jeneriğinde dinlediğimiz, 1968 tarihli Nina Simone şarkısı “Ain’t Got No, I Got Life”, aslında “Hair” müzikali için yazılan iki şarkının (“Ain’t Got No” ve “I Got Life”) usta yorumcu için yeniden düzenlenerek bir araya getirilmesi ile oluşturulan ilginç bir parça. Nora Fingscheidt’in bu şarkıyı seçmesi ve kullanması çok yerinde olmuş filmin öyküsünü düşündüğümüzde. Şarkının ilk bölümü ev, para, arkadaş, iş ve aşk gibi pek çok unsur yanında annesinin de olmadığını söyleyen bir kişinin ağzından söylenir; ikinci bölümde ise gözleri, beyni, saçı, kolları, kanı ve yaşamı olan birinin kararlı duruşu çıkar karşımıza. Şarkı gerçekten de Fingscheidt’in yarattığı Benni karakteri için yazılmış adeta; bu bağlamda final bir bakıma bu şarkının da bir görsel özeti olmuş sanki.
Nora Fingscheidt yukarıda anılan evsiz kadınlar barınağında tanık olduklarını bir belgesel ile değil, bir kurgu öykü ile anlatmayı seçmiş ve bunu şu sözlerle ifade etmiş. “Çılgın, enerjisi yüksek ve gerçek olduğunu iddia etmeyen bir görsel ve işitsel sinema deneyimi yaratmak istedim. Gerçek çok daha kötü”. Bu “çok daha kötü”yü düşünmeye yönelten bir gücü olan yapıtın etkileyiciliğinde başta Helena Zengel olmak üzere, oyuncuların önemli payları var. Görüntü yönetmeni Yunus Roy Imer’in kamerasının pek çok sahnede karakterlerin arasında dolanıyor gibi hareket etmesi bu performansları daha da etkileyici kılıyor. Zengel ile hem öncesinde hem çekimler boyunca yakın bir ilişki kuran yönetmen, Benni karakterini onunla birlikte inşa etmiş bir bakıma ve Zengel’in birbirinden güç sahneleri olan ve kolayca abartılmaya müsait bir rolü, hayli olgun ve adeta dışavurumcu bir performansla canlandırmasına giden yolu açmış. Micha rolündeki Albrecht Schuch, Zengel’in aksine çok daha sade bir oyunculukla benzer bir başarı elde ederken; anneyi canlandıran Lisa Hagmeister karakterinin sevgi ve güçsüzlük dolu ruh halini ve içinde bulunduğu çıkmazı; görevli Bafané’yi oynayan Gabriela Maria Schmeide ise karakterinin çırpınışlarını ikna edici bir biçimde getiriyor karşımıza.
Anne-çocuk ilişkisi başta olmak üzere aile kavramı altında ele alınabilecek tüm ilişkilerin çetrefil yapısını ham bir gerçeklikle karşımıza getirmesi, geçmişteki travmaları sert ve çok kısa görüntülerle sergileyen ve öykü boyunca sık sık hareketlenen ilginç kurgusu (Stephan Bechinger, Iman Rahimi ve Julia Kovalenko), pembeyi daha önce hiç tanık olmadığımız bir şekilde rahatsız ediciliğin parçası yapması ve Gürtler’in görsellikte zaman zaman tanık olduğumuz “kontrol dışına çıkmaya” çarpıcı bir şekilde uyan müzikleri ile de kesinlikle ilgiyi hak eden bir çalışma bu.
(“System Crasher” – “Oyunbozan”)