Teret – Ognjen Glavonic (2018)

“Beni bağlamaz. Ne verirlerse onu taşıyorum ben”

Sırp devlet güçleri ile ayrılıkçı Kosovalıların çatıştığı ve NATO’nun Sırpların askerlerini çekmesi için ülkeyi bombalamaya başladığı bir dönemde, kamyonla ne olduğunu bilmediği bir yükü Kosova’dan Belgad’a taşıyan bir adamın hikâyesi.

Sırp yönetmen Ognjen Glavonic’in yazdığı ve yönettiği bir Sırbistan, Fransa, Hırvatistan, Katar ve İran ortak yapımı. Kısa filmler, belgeseller ve bir bölümünü çektiği çok yönetmenli “Oktobar”dan sonra Ognjen Glavonic’in ilk uzun metrajlı filmi olan çalışma savaş ortamında para kazanabilmek için ne olduğu kendisine söylenmeyen ve onun da sormadığı bir yükü kamyonla taşıyan bir adamı anlatıyor. Yükün niteliği konusunda seyirciyi merak içinde tutmayı başaran film şoför Vlada karakteri üzerinden detaylara önem veren ve çok iyi gözlemler üzerine kurulmuş bir savaş ortamı hikâyesini yan karakterler ve hikâyelerle de başarılı bir biçimde zenginleştirerek getiriyor karşımıza ve Hırvat oyuncu Leon Lucev’in çarpıcı bir yalınlığı olan performansı ile görülmeyi hak eden bir sinema eseri oluyor.

Dağılan (ya da dağıtılan) Yugoslavya yeni ülkelerin doğmasına neden olurken gerek bu ayrılma süreci gerekse sonrası pek çok trajediyi de beraberlerinde getirmişlerdi. Farklılıkları ile birlikte uyumlu bir mozaik olmaktan benzerliklerine rağmen birbirlerine düşman toplumlara geçişin doğal sonucuydu bu ve bireysel ve toplumsal pek çok acının da nedeni olmuştu. Glavonic’in filmi savaş fonu önünde bireysel bir hikâye anlatırken, aslında toplumsal olanın da peşine düşüyor ve bu savaş sırasında işlenen suçların faillerini ve sessiz kalan tanıklarını hatırlatıyor bize. Alçak gönüllü bir hikâyenin dürüst bir tutumla anlatıldığında seyircisini nasıl etkileyebileceğinin başarılı örneklerinden biri bu ve hayatta kalabilmek için görmezden gelmekle risk alarak müdahale etmek arasındaki çizginin bazen ne kadar ince olabileceğini hatırlatması ile de önemli bir sinema eseri.

Tatjana Krstevski’nin savaşın karanlığını hatırlatan ve grinin egemen olduğu, neredeyse diğer tüm renklerin griye dönüştüğü başarılı görüntü yönetmenliğinin parlak bir örneğine tanık olduğumuz bir sahne ile açılıyor film. Bir gece vakti, ufukta bombalamaların zaman zaman aydınlattığı bir gökyüzü, farklı noktalardan yükselen dumanlar ve ilerleyen bir araç… Kamera içeri girdiğinde aracın camından yansıyan alevleri görüyoruz ve minibüs içindeki bir adamın içerdekilere şoförlük işi verdiğini anlıyoruz. Daha önce iki kez bu işi yapan Vlada çalıştığı fabrikanın kapanması nedeni ile işsiz kalmış, on altı yaşında bir oğlu olan evli bir adamdır ve taşıdığı yükün ne olduğunu sormaması gerektiğini bilmektedir. Yolda hiçbir şeye karışmaması ve hiç mola vermeden yükünü teslim edeceği yere gitmesi gereken bir iştir bu ve savaşın neden olduğu zor zamanlarda ailesini geçindirebilmek için de nadir fırsatlardan biridir.

Vlada’nın bilmediğini biz de bilmiyoruz ve tıpkı onun gibi zaman zaman kamyonun arkasından gelen sesler, teslim ettiği yerdeki Sırp askerleri ve yolda kendisini çeviren bir polisin belgelerini gördüğünde “Özür dilerim, haberim yoktu” demesi bizi de meraklandırıyor ve kuşkulandırıyor. Bir camın arkasından tanık olduğu karanlık bir görüntü ile artan kuşkusu parçası olduğu işin kötülüğünü anlamasına yardımcı olurken, eyleminin de sonuçları ile yüzleşmeye götürüyor onu. Vlada’nın kimliğinde savaş suçu işlemeyen ama bu suçları işleyenlere -gözlerini kapatarak ya da sorgulamayarak- yardımcı olanları işaret ediyor hikâye ve kötülüğün egemen olduğu bir ortamda ona doğrudan karşı çıkmak dışında her eylemin ya da eylemsizliğin bu kötülüğün sürmesine yardımcı olduğunu hatırlatıyor.

Ognjen Glavonic ana hikâyesini anlatırken yan karakterleri ve yan hikâyeleri ustalıkla katıyor kahramanımızın yaşadıklarına ve günlük hayatın savaş boyunca da sürdüğünü / sürmek zorunda olduğunu vurguluyor. Yolda tanık olunan bir düğün, bu düğünde üç çocuğun çaldıkları deodorantla eğlenme şekli, gençlerin otları yakarak eğlenmesi veya bir sevilenin sağlığından endişe edilmesi gibi örnekleri olan bu “günlük hayat devam ediyor” gerçeği, insanın her ortamda ayakta kalma güdüsüne ve umuda sarılma ihtiyacına işaret ediyor. Vlada’nın yolda arabasına aldığı bir genç ile kendi oğlunun ortak hayalleri (bir müzik grubu kurmak) ve sonlarda baba ile oğulun sohbeti bu karamsar havalı filme bu bağlamda bir umut atmosferi katıyor. Eski Yugoslavya’ya duyulan özlem de (filmin doğrudan böyle bir taraf tutması yok ama bu özlemi hissedenler ve inancını hep koruyanların varlığını duyuruyor hikâye) yine bir “güzel günler” nostaljisinin sembolü olurken, çocukluğunda ismini kazdığı bir salıncağa gidip ağlayan genç adam da yine bu eskinin umarsızca peşine düşüşü gösteriyor. Güvenin önemini de atlamıyor hikâye; çarpıcı bir sahnede Vlada kamyonuna aldığı gencin hırsız olmasından şüpheleniyor haksız bir şekilde örneğin ve bu sahne üzerinden, Yugoslavya parçalanırken komşuların nasıl birbirlerine güvenlerini yitirdiğine ve bunun da ülkenin sonunu hızlandırdığına göndermede bulunuyor sanki.

Oldukça iddiasız bir biçimde ve tam da bu tercihin katkısı ile önemli bir gerilim de inşa etmeyi başaran hikâyenin sertliği hiç göstermeden sert olabilmek gibi takdiri hak eden bir başarısı da var. Bu başarıya önemli bir ilaveyi de Leon Lucev sağlıyor. Hırvat oyuncu ekonomik ve güçlü bir performansla, konuşmadığı zaman bile bize çok şey söylemeyi başarıyor ve filmin gerçekçiliğini artırıyor. Ognjen Glavonic 2016 tarihli belgeseli “Dubina Dva”da 2001 yılında Belgrad’ın dış mahallelerinde bulunan bir toplu mezarın hikâyesini anlatmıştı; burada ise o gerçek mezarın arkasındaki bir kurgu hikâyeyi anlatmayı düşünmüş belki de ve alçak gönüllü bir sinema dili ile oldukça etkileyici bir sonuç elde etmeyi başarmış.

(The Load”)