Uzlaşma – Oğuzhan Tercan (1991)

“Bu stratejinin tek amacı olabilir: Sivil ve siyasi güçlerin yetersizliğini ispatlamak”

Bir filmde, gazeteci Abdi İpekçi’yi öldüren(lerden biri olan) Ağca’yı canlandıracak bir oyuncunun rolüne hazırlanırken yaşadıklarının hikâyesi.

1991 tarihli bu ilk filmi ile sinemaya nispeten iyi bir başlangıç yapan ama daha sonra “Avanak Kuzenler” gibi en kibar yaklaşımla görmezlikten gelinmesi gereken bir filme imza atmak zorunda kalan Oğuzhan Tercan’dan kayda değer bir çalışma. Türk sinemasının pek ayak basmadığı bir alana, bir sanat eserinin yaratım sürecine ve sanatçının rolünün içine girmeye çalışmasına, odaklanan film öncelikle bu çabası için takdiri hak ediyor. İyi niyetli bu çalışmanın politik içerik eksikliğinden sinema diline kimileri ciddi hayli eksiklikleri var ama filmin 90’lı yılların başında ve Türk sinemasının iyice küçüldüğü ve film üretemez bir hale geldiği bir dönemde çekildiği düşünülürse, elinden geldiğince popülerlikten uzak durmaya çalışan bu film yine de ilgiyi hak ediyor.

Özellikle ikinci yarısında görüntüye gelen Demirel, Ecevit, Türkeş ve dönemin İç İşleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş röportajları ile film bir dokümanter havası da kazanmaya çalışmış ve bunu başarmış da ama bu tercihten genel olarak zarar da görmüş. Bir yandan olan biteni, bir yandan da olan biteni anlayarak canlandıracağı karakteri anlamaya çalışan bir oyuncuyu anlatan film araya yerleştirdiği bu röportajlarla filmin sinemasal anlatımına zarar veriyor. Gerçek bir belgeselde hayli önemli olabilecek bu röportajlar burada, üstelik kimi zaman da filmin atmosferini zedeleyecek şekilde yanlış kurgulanarak, daha çok filmin akışını bozan bir görüntüye sahip olmuş. 12 Eylül 1980’nin terör dolu günlerinin önemli siyasetçilerinin on yıldan fazla bir süre sonra bu suikast ve Abdi İpekçi ile ilgili söyledikleri kendi başına hayli ilginç kuşkusuz. Her zaman kendi kendisinin taklidini yapar bir havada konuştuğunu düşündüğüm Süleyman Demirel’in görüntüleri başlı başına bir hazine niteliğinde ama film bu röportajları içine alamamış görünüyor. Bu görüntülerin yanısıra müzik de pek başarılı kullanılamamış. Livaneli’nin müziği bir film müziği için fazlası ile kendisini öne çıkaran bir havaya sahipken yönetmenin bir de bu müziği hemen her sessiz anda ve yüksek tonlarda kullanması oldukça rahatsız edici oluyor zaman zaman.

Senaryonun da kaçırdığı birkaç temel nokta var. Öncelikle film anlattığı hikâyenin onca politikliğine rağmen bu alana çok fazla bulaşmamaya çalışmış. Bu duruma bir tercih olarak saygı gösterilebilir elbette ama senaryo filmdeki hangi karaktere odaklanacağına da karar vermemiş görününce duruma değil karakterlere odaklanma tercihi de işlememiş. Evet, film Ağca’ya ve onu canlandıracak oyuncuya asıl ilgisini göstermiş gibi başlıyor ama film bittikten sonra hikâyenin Ağca’nın değil İpekçi’nin hikâyesi olduğunu düşünüyorsunuz daha çok. Anlaşılan filmde de geçen “sadece cellatı tanımak yetmez, kurbanı da tanımak gerekir” sözünü fazla ciddiye almış senaristler ve odak noktası bir süre sonra sadece İpekçi olmuş nerede ise. Oyuncu ile gazeteci kadın arasındaki sevgiye dönüşen arkadaşlık ilişkisi de yeterince iyi işlenememiş ve örneğin yağmurda ıslanan öfkeli kadın sahnesi oldukça amatör diyaloglar ile doldurulmuş. Bu problemlere eklenecek temel bir kusuru daha var senaryonun. Berhan Şimşek’in fiziksel benzerlikten de yeterince yararlanmış görünen ve aksamayan performansı ile canlandırdığı Ağca’yı oynayacak olan oyuncunun “insan birini öldürürken ne hisseder” sorusu hikâye boyunca sürekli sorulmasına rağmen senaryoda herhangi bir karşılık bulamamış görünüyor. Öyle ki yeterince becerilmiş görünen suikast sahnesinde bile ön planda olan öldüren kişi değil. Bu hali ile senaryonun öldüren değil ölen kişinin ne hissettiğine ağılık verdiğini söylemek daha doğru olur.

Oğuzhan Tercan’ın zaman zaman yoran yakın plan yüz çekimlerindeki ve oldukça sakil (bir sonraki kelime komik olsa gerek) görünen İpekçi’yi gözetleyen ve takip edenlerin sahnelerindeki performansının da olumlu katkıda bulunmadığı film günümüzde gazeteciliğin o günlere kıyasla nasıl bir dönüşüm göstermiş olduğunu sergilemesi ile dikkat çekiyor. Özetle araştırmacı gazetecilikten bavul gazeteciliğine geçiş olarak adlandırılabilecek bu dönüşümün sonuçları ortada maalesef. Bunun dışında filmin konusu, bu konuyu ele alırken gösterdiği iyi niyeti ve suikast sahnesinden Berhan Şimşek’in kimi yalnız sahnelerindeki başarısına önemli olduğunu söylemek gerek. Türk sinemasının henüz “I… Comme Icare” veya “Cadaveri Eccellenti” gibi eserler çıkarmaktan uzak olduğu açık olduğuna göre şimdilik bu tür en azından iyi niyetli filmler ile yetinmemiz gerekiyor. Kaldı ki Türk sinemasında rolüne hazırlanan bir oyuncunun oynacağı sahnenin gerçek hayattaki karşılığının içine girip çıktığını gösteren kaç film olduğunu da düşünmek gerek.