“O, Nazilerin en parlak zekâlı genciydi. Soykırım teorisini, ele geçirilen ülkelerin nüfuslarının azaltılmasını ve böylece savaşı kim kazanırsa kazansın, biyolojik açıdan bakıldığında Almanya’nın Batı Avrupa’nın en kuvvetli ulusu olmasını sağlamayı ilk tasavvur eden Kindler’di. Goebbels, Himmler ve diğerlerinin aksine, Kindler’in kimliğini gizli tutma saplantısı vardı. Gazetelerde hiç resmi çıkmadı. Ortadan kaybolmadan önce onu geçmişine bağlayabilecek bütün kanıtları yok etti, tek bir parmak izi bile bırakmadı. Franz Kindler’in kimliği ile ilgili tek bir ipucu bile yok, küçük bir şey dışında; neredeyse çılgınlığa varan hobisi: Saatler”
İkinci Dünya Savaşı’nda işlenen suçların kaçak faillerinin peşine düşen komisyonun bir üyesinin savaşta insanlık dışı eylemler düzenleyen bir Nazi’yi yakalama çabasının hikâyesi.
Victor Trivas’ın orijinal hikâyesinden yola çıkan senaryosunu Anthony Veiller ve Decla Dunning’in yazdığı (John Huston ve Orson Welles’in jenerikte belirtilmeyen katkıları olmuş senaryoya), yönetmenliğini Orson Welles’in üstlendiği bir ABD yapımı. 1941’de “Citizen Kane” (Yurttaş Kane) ve 1942’de “The Magnificent Ambersons” (Muhteşem Ambersonlar) adlı iki başyapıtla sinemaya hızlı bir giriş yapan ama bu filmleri gişede beklentinin çok altında kalan Welles bu üçüncü çalışması ile ilk kez, film ilk gösterime çıktığında yapımcısının kâr etmesini sağlayabilmiş. İlginç bir şekilde (ya da tam da bu nedenle) Welles’in filmografisinde en alta yerleştirdiği çalışma, yapımcı firmanın baskısı ile yönetmenin kendi versiyonundan 30 dakika kadarı kesilerek girmiş gösterime. Sinemanın rahatlıkla dâhi olarak tanımlanabilecek yönetmeni için büyük bir talihsizlik bu elbette ve filmin Welles’in diğer yapıtlarının bugün de gölgesinde kalmasının nedenlerinden biri bu olmuş. Hitchcock tarzı bir hikâyesi var filmin ve Hollywood’un tüm o ticarî ögeleri ile donanmış olmasına rağmen, bir şekilde Welles’in sinema dili ve görsel atmosferi kendisini hissettiriyor sık sık. Trivas’ın hikâyesinin Oscar’a aday gösterildiği filmde Edward G. Robinson, Welles ve Loretta Young rollerinin hakkını verirken klasik Hollywood ustalığının örneklerini sergiliyorlar. Russell Metty’nin siyah-beyaz görüntüleri Welles’in burada kurmak istediği dünyaya çok iyi uymuş ve ortaya -bazıları kesilen sahneler nedeni ile ortaya çıkan boşluklardan kaynaklanan- sıkıntıları olan ama kesinlikle ilginç bir sonuç çıkmış. Görülmeli.
Zengin ailelerin çocuklarının gittiği bir okulda Charles Rankin adı ile tarih öğretmenliği yapan kaçak Nazi Franz Kindler (Orson Welles) ile onun peşine düşen Wilson’ın (Edward G. Robinson) ortak bir hobileri var: Antika saatler. Olayın geçtiği kasabanın kilisesinin kulesindeki bozuk saat de bir yandan Kindler’in onu onarmak için yanında uzun süre kalması ile, diğer yandan da hikâyenin en gerilimli ve aksiyon dolu anlarının orada yaşanması ile filmde önemli bir yer tutuyor. Açılış jeneriği yazılarının antika saat görüntüleri üzerinde yer alması da, hikâye başlamadan bize saatlerin önemini haber veriyor önceden. Açılış sahnesinde Wilson’ı Savaş Suçluları Komisyonu’nda şiddetli bir tartışmanın içindeyken görüyoruz. Bir tutuklunun serbest bırakılması için ikna etmeye çalışıyor diğer üyeleri Wilson ve böylece bu adamı takip ederek asıl büyük kaçak olan Kindler’e ulaşabileceklerini söylüyor onlara. Nitekim öyle de oluyor ve Wilson bu serbest bırakılan adamın peşine düşerek Kindler’e ulaşıyor. Bundan sonrası iki ana karakter ve Kindler’in evlenmek üzere olduğu ve önemli bir yargıcın kızı olan kadın (Loretta Young) arasında geçen bir gerilim hikâyesi olarak ilerliyor. Yapımcıların zorlaması ile önemli bir kısmı kesilen açılış bölümlerinin bu müdahaleden fazlası ile olumsuz biçimde etkilendiği görülen film bu sahnelerinde bile görsel açıdan filmin etkileyici olacağını gösteriyor.
Karakterlerin özellikle gerilimli anlarda yüzlerine odaklanan kamera sık sık yine onları alttan ve üstten çekimlerle göstererek ve ışık / gölge oyunlarından yararlanarak hikâyeyi görsel açıdan ilginç kılıyor. Welles’in görüntü yönetmeni Russell Metty ile birlikte ortaya koyduğu sonuç çerçevelemelerin hikâyeye hep etkileyici bir şekilde hizmet etmesini sağlıyor. Öyle ki gerçekçiliği tartışmalı, fazlası ile aşırı yakın takip sahnesinin rahatsız etmesini de bu görsel başarı engelliyor. Karakterlerin yüzlerini bazen tamamen, bazen de kısmen gölgede bırakan ışıklandırma ve kamera açıları, Welles’in Hollywood’a ticarî film de çekebileceğini kanıtlamayı hedeflediği bu filmde de usta sinemacının yapıta bir derinlik katmaya çalıştığını gösteriyor.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinden hemen sonra çekilen film Nazi dehşetinin tüm tazeliği ile hafızalarda olduğu bir dönemin yapıtı. Bu dönem aynı zamanda Welles’in liberal bakışının egemen olduğu en politik zamanları ve bu durumun hikâyeye de yansıdığını görüyoruz. Film gösterime girmeden hayatını kaybeden Philip Merivale’in canlandırdığı ve kızı bir Nazinin kurbanı olan yargıç liberal görüşleri ile tanınmaktadır. Rankin kimliği ile bu aileye giren Kindler bir aile yemeğinde uyarı kisvesi altında Nazilerin savaşı sürdüreceklerinden söz ederken, asıl olarak kendi hedeflerini dile getirmiş oluyor açıkça; böylece hikâye Nazi tehlikesinin sürdüğünü ve süreceğini vurgulamış oluyor. Kindler karakterini canlandıran Welles’in oyunu ile de -bir parça zaman zaman vurgulu gibi görünüyor performansı ama hikâyenin kendisine ve yönetmenin bu hikâyeyi seyirciye ticarî yapımlarda olduğu gibi net bir şekilde geçirme çabasına uygun bu tercih- destekleniyor bu vurgu. Welles’in yüzü sık sık gölgeleniyor karakterinin karanlığını gösterircesine ve vücut dili ile de dile getiriliyor karşımızdaki kötücüllük. Hoş oyunları da var Welles’in burada yönetmen olarak: Örneğin bir sahnede Kindler karısına bir yalan söylerken onu gösteriyor kamera ama yüzünü değil, ellerini görüyoruz. Sahne adamın sesi ve tedirgin elleri, eşinin yüzü ile getiriliyor seyircinin önüne ve hayli etkileyici bir sonuç çıkıyor.
Katil ile kurabanı birlikte tanrıdan af dilerken işlenen cinayet, Wilson’ın kuşkulandığı Charles Rankin’in kimliğinden emin olmasını sağlayan dil sürçmesi, kötü bir adama âşık olduğunu kabul edememenin neden olduğu zayıflık ve manipülasyona açık olmak ve kadının gittikçe artan bir duygusal yükün altında ezilmesi gibi seyirciyi kolayca etkileyebilecek bölümleri ve unsurları olan filmin senaryosunda bazı problemler var. Yargıcın ve Wilson’ın kadını yem olarak kullanma cüretkârlığı, peşine düşeni “öldü mü” diye kontrol etmemek veya Wilson’ın kadının kardeşini kendi planına kontrol ederken sadece bir içgüdüye dayanması gibi karakterine yakışmayacak amatörlüğü vb. sorunları var senaryonun. Finaldeki yüzleşme de yine hayli başarılı genel olarak ama dramatik bir etki adına bazı zorlamalar içeriyor. Yine sondaki “melek tarafından bıçaklanma” ise güçlü bir kapanış sağlıyor filme bir parça fazla sembolik olsa da.
Film Nazilerin kötülüğünü Kindler’in ağzından duyduğumuz “Kartaca Barışı” kavramını kullanarak anlatıyor. Romalıların Kartacalıları yendikten sonra onlara dikte ettiği çok ağır barış koşullarını ve sonuçta onları tamamen köleleştirmesini anlatan bu ifadeyi film Almanların yendikleri ülkelerin insanlarını bebeklere varıncaya kadar yok etmeyi ve böylece tek güç olarak kalmayı hedeflemesinin sembolü olarak kullanıyor. Bu kötülüğün karşısına Wilson’ın ısrarlı takipçiliğini, yargcın temsilcisi olduğu liberalizmi ve yargıcın oğlunun sembolü olarak kullanıldığı “Amerikan masumiyeti”ni koyan film özellikle Edward G. Robinson’ın kendisine çok yakışan bir performansla öne çıktığı bir çalışma ve savaşın sıcak hatırasının neden olduğu paranoyanın bir örneği. Hikâye ve atmosferi ile Hitchcock’u hatırlatan ama onun başvurabileceği yergicilikten uzak duran film Welles’e özgü alan derinliğinin yansımalar yolu ile de yaratıldığı ilginç bir çalışma. Welles’in en iyilerinden biri değil; ama onun Hollywood’a “sizin istediğiniz gibi de film çekebilirim” dediği ve ilgiyi hak eden bir yapıt.
(“Yabancı”)