Ben Topraktan Bir Canım – Osman F. Seden (1980)

“Her yerin kanunu aynı: Güçlü zayıfı bir lokmada yutuyor”

Ağasının isteği üzerine birisini vuran bir adamın yaşadığı vicdan azabının hikâyesi.

Erdoğan Tünaş’ın senaryosundan Osman Seden’in çektiği bir film. Başrollerinde Orhan Gencebay ve Necla Nazır’ın yer aldığı film popüler sanatçıların her bir albümlerine ve/veya şarkılarına bir film çekme günlerinden kalan bir yapım. Şarkıları kadar arabesk bir film bu ve sinemasal olarak bir değeri yok elbette. Yine de içeriğindeki oldukça önemli yanlışlık ve problemlere rağmen, Gencebay’ın bugün politik olarak bulunmayı tercih ettiği ve savunduğu konuma zıt duruşu düşünüldüğünde en azından Türkiye’nin savrulduğu yeri gösteren bir örnek olması ile ilgi çekebilir.

Gencebay’ın “Ben Topraktan Bir Canım” albümünde yer alan “Gurbet” şarkısının eşlik ettiği jenerikle başlıyor film. “Halkçı” filmlerin olmazsa olmaz karakteristik özelliklerinden biri olan doğa, köy, yoksulluk görüntüleri ve yakın plan insan yüzleri geliyor karşımıza öncelikle. İki cesede bakmaktadır bu insanlar ve jandarmanın tüm baskısına rağmen köylüler ağalarına olan koşulsuz sadakatleri nedeni ile ne cesetlerin ne de katilin kimliği konusunda tek bir söz söylemektedirler; çünkü “Ağa batarsa, köylüler de batar”. Ağa köydeki konumunu şehire de taşıyan ve yasadışı işleri ile ve rakiplerini birer birer saf dışı ederek çok güçlenen bir adamdır ve gücünü politik bağlantıları ile de artırmaktadır. Ne var ki çok dürüst ve iyi yürekli bir rakibi vardır ve onun ortadan kaldırılması gerekmektedir. Burada devreye “saf köylü” Orhan (kendi adı ile oynayan Orhan Gencebay) girecektir ve olaylar özetten kolayca tahmin edileceği gibi ilerleyerek “arabesk”e uygun bir final ile sona erecektir.

İçerikle ilgili problemlerin yanında, senaryoda -özensizlikten veya umursamamaktan- kaynaklanan ciddi sorunlar da var: Öncelikle Orhan karakteri ile kız kardeşi sanki zamanın farklı hızlarda aktığı evrenlerde yaşıyorlarmış gibi oluşan duruma işaret etmek gerekiyor. Orhan babasının ölümünden sonra büyüyerek koca bir adam olurken, kız kardeşi daha yavaş büyür ve ortaya kocasının ölümünden sonra başkasından doğum yapmış olması gereken bir anne görüntüsü çıkar. Daha sonra Orhan sadece sakalı kesilerek daha da büyürken, kız kardeş birden hızlanan bir büyüme ile ona yetişir. Daha ciddi bir problem ise cinayet ve cinayet denemeleri sahnelerinde karşımıza geliyor. Öldürmeyi planladığı adamı üstelik yanında başkaları da varken nerede ise yüz yüze denecek kadar yakından takip ediyor katil adayı ve üstelik bu durum birkaç farklı sahnede tekrarlanıyor. Orhan karakterinin saflığı ve çekingenliğinin de cezaevine girişine kadar olan bölüm boyunca zıt yönlerde değişip durması da senaryoyu yazan Tünaş’ın -ve genel olarak Yeşilçam’ın- sadece yazdığı sahneye ve orada dramatik bir etki yaratmaya odaklanıp, karakterinin ruh ve davranış tutarlılığını hiç düşünmemesinden kaynaklanıyor kuşkusuz. Katilin tereddüt sahneleri de bu bakışın ve yönetmenin özensizliğinin bir başka örneği. Bir adamı yanında çocuğunu gördüğü için öldüremeyen katilin silahını çocuk adamın kucağındayken bile hâlâ ateşlemeye çalışması da bu boş dramatik an yaratma çabasının bir diğer örneği. Katilin ağasından, akrabası olan kızı “helal süt emmiş” biri ile evlendirmesini istemesi de benzer şekilde saçma bir istek ama senaryonun bu isteğe yer vermesinin tek bir nedeni var: Bu kızın ağa yüzünden başına geleceklerle bu isteğin çelişmesinden bir “arabesk” fırsat yaratmak.

Müzik yeteneğinden o ana kadar tek bir kez söz edilmeyen adamın hapse düşer düşmez birden “Orhan Gencebay” oluvermesi; sadece saz çalan bir adamı görürken darbukadan nefesli sazlara kadar pek çok farklı aletin sesini duymamız; dinlediğimiz (daha doğrusu dinlemek zorunda kaldığımız) şarkıların ne o sahne ne de hikâyenin kendisi ile hemen hiç ilgisinin olmaması ve her ikisinin de arabeskliği ile yetinilmesi; “Yeter ulan!”, ağa ile yüzleşme ve kurban ile yıllar sonra tekrar karşılaşma sahnelerinde Orhan Gencebay’ın vasatın epey altında seyreden hatta bazen komik olan oyunculuğu; romantik sahnelerde göz bebeklerine zum yapma kabalığı; Orhan’ın sevdiği kızı deniz kenarında, ormanda, göl kıyısında farklı bale pozları ile hayal ettiği sahnenin absürtlüğü; yasa dışı işlere bulaşmam diyen ama yasa dışı işlerle kazanılan gücü kullanmaktan çekinmeyen bir adamın dürüst olarak gösterilmesi ve daha pek çok -açıkça adını söylemek gerekirse- saçmalığı olan filmin şarkılı sahneleri ise en zayıf anları. Bu sahnelerin, sinema sanatını geçelim, görsel en ufak bir kaygı olmadan çekilmesi ve tüm şarkı boyunca bir veya birden fazla karakteri yürürken, kendi başına otururken veya konuşurken görmek zorunda kalmamız filmin değeri için oldukça kötü bir gösterge elbette. Bir baletin arebesk şarkılara ayılıp bayılmasının saçmalığının yanında, iki başrol oyuncusunun bu oynamanın zor olduğu anlamsız sahnelerde bocalamaları da dikkat çekiyor.

“Senin en büyük düşmanın cahilliğin; yoksa kula kulluk etmezdin” diyen karakteri kendi yazdığı senaryolarda da benzer “solcu” karakterler yaratan İhsan Yüce’nin canlandırmasının dikkat çektiği filmde Orhan karakteri kulla kulluk edilen bir düzeni aydınlanmasının sayesinde yıkmaya girişiyor. Ne yazık ki bu karakteri canlandıran Orhan Gencebay bu aydınlanmanın tam tersi bir noktada duruyor bugün ve bu filminin “mesaj”larının tam zıddı bir hayat sürüyor. “Katil değil o; benim gibi bir kurban, bir kurban” diyen karakterden kurbanların değil, ağaların yanında duran bir karaktere dönüşmek yapılabilecek en kötü seçim olsa gerek. Onlarca yıl şarkılarında -arabesk ve yılgın bir biçimde de olsa- bir karşı duruşu temsil etmekten bugün tam karşı cepheye, iktidarın olduğu yere transfer olmak hakkında söylenecek çok da bir şey yok aslında. Trajik finali dışında hayli vasat ve Necla Nazır’ın sıradan, Orhan Gencebay’ın ise kendi oyunculuk düzeyi açısından vasatın oldukça altında oynadığı bu “kendi adaletini kendin yarat” filminin elle tutulur tarafları -her türlü- ağalık düzenine karşıtlığı ve aydınlanmayı cahilliğin önüne geçiren yaklaşımı sadece. Bunlar yetiyorsa, görülebilir.

Beş Milyoncuk Borç Verir misin? – Osman F. Seden (1975)

“Sen asıl parasızlıktan kork. Dünyada meteliksiz olmak kadar kötü bir şey yokmuş. Adam korkudan konuşamıyor. Allah seni inandırsın; meselâ sevdiğin kıza benimle evlen diyeceksin, diyemiyorsun. Ama bak şimdi nasıl cesaretle konuşuyorum. Değil mi, değil mi, Perihan?”

Büyük ikramiye çıkan millî piyango biletlerinin içinde kaldığı ceketin peşine düşen iki arkadaşın hikâyesi.

Ahmet Üstel’in senaryosundan Osman Seden’in çektiği, 1975 yapımı bir komedi. Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın 1970 ve 80’li yıllarda bolca çektikleri filmlerden biri olan çalışma bunlardan herhangi birini seyretmiş olan birisine içeriği ve mizahı ile epey tanıdık gelecektir ve zaten film de komedisini iki baş oyuncusunun sempatisi ve popülerliği üzerinden üreterek bu tanıdıklık duygusundan yararlanıyor çoğunlukla. René Clair’in 1931 Fransa yapımı “Le Million” adlı komedisinden, ceketin cebindeki piyango biletinin peşine düşen iki kişinin maceralarını anlatmak açısından esinlenmişe benzeyen Ahmet Üstel senaryosu, Yeşilçam’ın mahalle dayanışması, dostluk ve saf sevgi örneklerinden biri ve o dönemin havasını özleyenler için daha çok.

Filmin açılış sahnesi seyredeceğimiz hikâye hakkında epey ipucu veriyor. İlk görüntüler; ahşap evler, gecekondular, yoksul bir bölgede olduğumuzu gösteren sokak ve evlerin balkonlarına ve boş arsalara asılan çamaşırlar gibi unsurlarla kahramanlarımızın yaşadığı ortamı anlatıyor bize açık bir şekilde. Bu görüntülerin hemen ardından çalar saatle mücadele ettiğine tanık olduğumuz Zeki Alasya ve onunla sıcak bir dostluğu olan Metin Akpınar’ın görüntüleri de iki baş karakteri bize kolayca -klişeleri de kullanarak- tanıtıveriyor: Zeki’nin saf olanı, Metin’in ise daha baskın ve ilişkilerinin “yöneticisi” olan kişiyi canlandırdığını anlıyoruz. Bu giriş sahnesi ve sonrasındaki birkaç sahneden sonra, hikâyenin tüm gelişimini ve sonunu kolayca tahmin edebiliyorsunuz. Piyango biletinin cebinde olduğu ceketin peşine düşen iki kahramanımız komik maceralar yaşayacak ve bu arada kazanılan büyük ikramiye de onların yaşadığı mahallenin sorununa çözüm olacaktır. Üstel’in senaryosu bu tahmin edilebilirliği kırmanın peşine düşmüyor, onun yerine Zeki ve Metin ikilisinin sempatikliğinden ve mizah gücünden yararlanmayı tercih ediyor.

Tüm bir mahalleyi borçlandırarak, ipotekli evlerine el koymayı planlayan zengin bir adam, onun oğlu, her ikisi de kahramanlarımızla aynı iş yerinde çalışan kadınlar ve kahramanlarımızın dostu olan bir sarhoş… Bu karakterlerle bir yandan bir bilet peşinde koşma hikâyesi, diğer yandan evlerini ve mahallelerini zengin adama karşı korumaya çalışan halkın mücadelesi ve elbette iki ayrı aşk macerası (bu aşkların biri karşılıklı biri ise karşılıksızdır ve ikincisinin hikâyenin sonunda nasıl dönüşeceğini seyirci de rahatlıkla tahmin edebilecektir) yaklaşık 1.5 saatlik süre boyunca dinamik ve eğlenceli bir şekilde bize aktarılıyor. Yeşilçam’a özgü olarak, elbette hikâye bir gerçekçilik derdinde değil pek. Öncelikle mahallenin tümünün zengin iş adamına nasıl ve neden borçlandığını açıklama ihtiyacı duymuyor senaryo. Günümüzün “kâğıt üzerinde yasal ve yararlı” kentsel dönüşümünün vahşiliği daha açık olan bu örneğinin nasıl oluştuğunu bilmek seyircinin hakkı elbette ama bunun cevabı yok filmde. Kolayca halledilebilecek kimi sorunlardan da rahatsız olmamış filmin yaratıcıları. Örneğin, piyango biletinin üzerindeki numaraların eğretiliğinin (numaralardan birinin yapıştırıldığı çok açık bir biçimde görülebiliyor) umursanmamış olması ilginç çünkü filmdeki en önemli nesne bu belki de.

Filmin kimi sahneleri gereğinden fazla uzattığını da söylemek gerekiyor. Örneğin Zeki’nin meyhanedeki sarhoşluk sahnesi zaten o sırada pek de güçlü olmayan komediyi iyice ortadan kaldıracak kadar uzatılmış. Neyse ki bu tutumun olumsuz etkisi zaman zaman iki başoyuncunun güçlü komedi becerisi ile çok da rahatsız etmiyor, hatta tam tersi yönde bir katkı bile sağlıyor hikâyeye. Örneğin Zeki ile Metin’in büyük ikramiyeyi kazanan numarayı öğrendikleri (ve tahmin ettikleri) sahne kesinlikle çok başarılı. Buna karşılık, tekrarlanan sahnelerden de oldukça akıllı bir biçimde yararlanmış bir film bu. Örneğin “mutfaktaki gürültü”den defalarca hâkim karşısına çıkmaya ve yarım kalan öpüşme ve sevişmelere kadar bu tekrarlar epey eğlenceli bir komedi sağlıyor seyirciye.

Filmin en güçlü anları Üstel’in senaryosu ile iki oyuncunun en başarılı anlarının bir araya geldikleri bölümlerde çıkıyor karşımıza. Örneğin Zeki Alasya ile umutsuzca âşık olduğu Perihan Savaş arasındaki bir sahnede Zeki’nin sakarlığı, mahcubiyeti ve hayal kırıklığı çok eğlenceli. Bir film süresi için çok fazla olay ve karakter içeren film mafyadan hippilere kadar çok farklı unsurları karşımıza getiriyor ve bunlardan bazen güçlü bir biçimde yararlanırken, bazen de oldukça zorlama yollara sapıyor. Bu ikincisinin en çarpıcı örneği ve filmin de en zayıf bölümlerinden biri hippiler ile olan bölüm. Düello meraklısı Fransız baba karakteri sanki başka bir filmden yanlışlıkla buraya düşmüş gibi görünürken hippileri kaba bir erotizm için kullanıyor film. Sinemamızın 1970’li yılların ikinci yarısında en uç noktaya, pornoya, kadar uzanan erotizm akımının izleri bu filme de taşınmış görünüyor. Örneğin uzun bir sahnede karakterler konuşurken arka planda veya karakterlerin hemen yanında dans eden çıplak dansözleri görüyoruz uzun uzun. Hikâye ile hiçbir ilgisi olmayan bu ucuz görüntülerin filme “edepli” bir erotizm katma çabasından başka bir amacı yok kuşkusuz.

Kendilerinin ve içlerinden birinin kız arkadaşının yaşadığı mahallenin başındaki sorundan haberdar olmayan iki adam, 2 saat önce trafik kazasında ölen bir adamın dükkanının kepengine “Cenaze nedeni ile kapalıyız” yazısının asılabilmesindeki tuhaflık veya bir sahnede sokaktaki bir çocuğun kameranın çekim alanına girmesi nedeni ile azarlandığından olsa gerek telaşla kaçıp görüntüden çıkması gibi problemlere de sahip olan ve oyuncuların kendi gerçek isimleri ile oynadığı film sonuçta bir “Zeki Metin” filmi ve bu tanımlama ne çağrıştırıyorsa tam da öyle bir çalışma. Bu tür filmlerin pek de hayranı olmasanız bile ve “Seni elimden Emin Cankurtaran bile transfer edemez” gibi sıradan birkaç espriye (o dönem FB kulübünün başkanlığını yapan Cankurtaran’a gönderme yapılmış) muhatap olmak gibi riskler barındırsa da, aralarında Metin Akpınar’ın yüz renginin birkaç kez değiştiği sahnenin de olduğu komik bölümleri ile eğlenceli bir film bu ve senaryonun da sağladığı olanak ile Zeki Alasya’nın daha önce çıktığı bir çalışma.

Ateş Böceği – Osman Seden (1975)

“Biz sosyal adaletçiyiz. Bak, Ecevit abimiz ne diyor: Emekçinin hakkını yememek lâzım”

Küçük dolandırıcılık numaraları için işbirliği yapan bir erkek seyyar satıcı ile bir kadın yankesicinin hikâyesi.

1970’lerin Yeşilçam’ından tipik bir romantik komedi hikâyesi. Ahmet Üstel’in senaryosunu yazdığı ve Osman Seden’in yönettiği film, adını aldığı dönemin popüler şarkısının bolca çalındığı ve 70’lerin benzer filmlerinin izinden giden bir çalışma. Komedisi yetersiz ve zaman zaman yüzeysel (hatta kaba) olan filmi çekici kılan yanı romantizmi oluyor çoğunlukla. O tarihte ilki 26, diğeri 19 yaşında olan Tarık Akan ve Necla Nazır’ın gençlik ve güzellikleri ile göz doldurduğu filmin dönemin siyasî durumunu diyaloglarına yansıtması da dikkat çekiyor. Belli bir sıcaklığı garanti eden ama yeterince işlenmemiş komedisi ile rahatsızlık da veren film, problemleri bir yana, klasik Yeşilçam eserlerinden biri olarak ilgi gösterilebilecek bir çalışma.

Ecevit’in bir sözünün tekrarından bir komedi anında adamın kadını “komprador”lukla suçlamasına veya tüm politikacılara lâf atılmasına kadar uzanan şekilde o günler için güncel olan siyasete dokundurmaları var filmin. Senaryoyu yazan Ahmet Üstel’in (yetmişli yıllarda aralıksız senaryo yazan Üstel’in hikâyelerinden sadece 1975 yılında aralarında bu filmin de bulunduğu on iki adeti filme çekilmiş!) dünya görüşünü ve bir diyalogdan anladığımız kadarı ile taraftarı olduğu takımı (Beşiktaş) yansıttığı hikâyeyi ait olduğu türün (romantik komedi) iki ana parçası açısından değerlendirdiğimizde farklı yargılara varmak mümkün film hakkında. Üstel -üstelik ustası olduğu- komedi alanında pek parlak bir sonuç üretemezken, romantizmi sahip olduğu klasik Yeşilçam havasının da katkısı ile filme asıl çekicilik katan öğe oluyor. Dönem, Türkiye toplumunun hayatına bomba gibi giren televizyonun Yeşilçam’ın iktidarına sağlam bir darbe vurduğu ve bu sinemanın da “kurtuluş”unu çoğunlukla komedi ile paketlenmiş erotik (kimi zaman da “seks” kelimesini hak eden) filmlerde aradığı yıllar. Hikâyemiz bu akımdan uzak durmuş kesinlikle ve erotizme göz kırptığı anlar da çok ama çok edepli. Örneğin Alman kadın turist, Yeşilçam’ın erotik filmlerindeki tiplemelerin aynısı ama hiçbir çıplaklık sergilenmiyor filmde. Bunun yerine filmimiz bu karakterin işte o diğer filmlerdeki benzerlerinin çağrıştırdıkları ile yetinmesini istiyor seyircinin. Bunun yanında, hikâyenin en az yarısında Tarık Akan’ın üst tarafı çıplak olarak oynadığını ve bunun da bilinçli bir tercih olduğunu söylemek gerekiyor. İstanbul’da başlayıp Trakya üzerinden İzmir’e uzanan ve finalini de İstanbul’da yapan filmde Akan’ın oyunculuk açısından hikâyeye pek asılmadığı belli (senaryo da onun karakterinden bunu pek beklememiş açıkçası) ve o da üzerine düşeni bu yolla yapmış görünüyor.

Güzin ile Baha ikilisinin 1975’te seslendirdiği ve dillerden uzun süre düşmeyen şarkılarının sık sık kulağımıza çalındığı filmde, hikâyenin bu denli sık kullandığı şarkının sözlerine hemen hiç gönderme yapmaya gerek duymamasını Yeşilçam’a özgü bir “popülariteden yararlanma” numarası olarak görmek gerekiyor. Bir kavga sahnesinde, Michael Winner’ın “Death Wish” filmi için Herbie Hancock’un bestelediği melodilerden “Suite Revenge”in -elbette telif dert edilmeden- kullanılmasını da aynı kategoriye koymalıyız kuşkusuz. Adamın işportada “mucize jilet”i satarken satıştan vazgeçmesi, iki aşığın İzmir Kordon’da sabahın erken saatinde yolu sulayan belediye aracı ile neşeli anları, o günlerin bir başka popüler ismi olan şarkıcı Ali Rıza Binboğa ve onun “Yarınlar Bizim” şarkısına sık sık yapılan göndermeler ve nostaljik İzmir görüntüleri gibi eğlenceli anları ve unsurları olan filmde komedi biraz daha üst düzeye çıkarılabilmiş ve zaman zaman rahatsız eden kaba yönlerinden kurtarılabilmiş olsa çok daha eğlenceli bir sonuçla karşı karşıya kalabilirmişiz açıkçası. Adamın kadını önemli bir konuda ikna etmek için dil döktüğü sahneler (kurgusu ve görüntüleri ile) hayli başarılı ama Osman Seden filmin genelinde aynı düzeyi tutturamamış. Senaryonun kadın karakteri bir parça daha tanıtırken, erkeği tanımamız için bir çaba göstermemesini de problemlerinin arasına eklemek gerekiyor filmin. Konuk oyuncu görünümünde olan Hulusi Kentmen’in canlandırdığı baba ile kadın arasında olduğu söylenen düşmanlığın sonraki sahnelerde nerede ise tam tersinin gösterilerek çelişkiye düşülmesi de senaryonun bir başka sıkıntısı.

Sonuç, epey sayıda klişeden nasibini almış ve yeterince ince bir hikâyeye ve yönetmenliğe sahip olmasa da sıcaklığı ile ilgi toplamayı başaran ve Akan ve Nazır ikilisinin varlıkları ile renklenen bir Yeşilçam eseri. Sinemamızın daha sonra süratle yitirdiği ve yerine başka bir şey koy(a)madığı masumiyeti hatırlatması ile de ayrıca ilgiyi hak eden bir çalışma.

Devlerin Aşkı – Osman Seden (1976)

“Bırakalım oyunu, Tarık! Yorulmadın mı daha? Yeter artık, ne kendine acı çektir ne de bana. Attığın tokat bile aşkının sesiydi”

Bir zamanlar aralarında büyük bir aşk olan bir adam ile bir kadının tesadüfen yeniden karşılaşmaları ile gelişen olayların hikâyesi.

Senaryosunu Bülent Oran’ın yazdığı, Osman Seden’in yönettiği bir Türkân Şoray – Kadir İnanır filmi. Sinemamızın birbirine çok yakışan ve birlikte pek çok klasikte yer alan ikilinin yine hep hatırlanan filmlerinden biri bu. Epey bir kusuru olsa da ve ikilinin diğer filmlerinin gölgesinde kalsa da ilgiyi hak eden bir çalışma ve Cahit Berkay’ın müziği, Savaş Başar’ın sinemamızdaki ayrıksı karakterlerden birindeki farklı performansı ve her ne kadar adının da vurguladığı gibi anlatmaya soyunduğu aşkın epikliğini yeterince hissettiremese de tutkunun şiddetini ve aşkın yüceliğini vurgulaması ile de önemli.

Şoray, “Sinemam ve Ben” adlı kitabında, filmin konusunu “Sınıf atlama özlemi ile sevdiği adamı terk eden bir kadın, bu ihanete rağmen onu unutamayan bir erkek ve kadına delice âşık olan başka bir erkeğin intikam duygusu…” olarak belirtiyor. Gerçekten de tam anlamı ile bunu anlatıyor film ve anlatırken de özellikle finali ile, “devlere yakışan” bir aşkın resmini çizmenin peşine düşüyor. Charles Vidor’un 1946 tarihli filmi “Gilda – Şeytanın Kızı Gilda”dan epey “esinlenmiş” olan Bülent Oran senaryosunun ve Osman Seden’in yönetmenliğinin hikâyeyi devlere yakışır kıldığı ise bir parça şüpheli. Ne senarist Bülent Oran, örneğin bir Safa Önal kadar edebî bir duyarlılık yaratabilmiş ne de yönetmen Osman Seden, örneğin bir Atıf Yılmaz gibi aşka kadınsı bir zarafetle yaklaşabilmiş. Bu nedenle sonuç daha çok hedefini ima eden, zaman zaman ona yaklaşan ama bir türlü yakalayamayan bir film olmuş. Peki, nedir filmi hedefine yakınlaştıranlar? Öncelikle, Türkan Şoray ve Kadir İnanır ikilisinin varlığı elbette. Özellikle geçmişte kalmış görünen aşktan görüntüler izlediğimiz kareler ikilinin birlikteliğinin ne kadar çekici olduğunu bize çok iyi hissettiriyor. Bu görüntülerin bir parça uzatılması ve sık sık karşımıza çıkmasının nedenlerinden biri sanırım filmin yaratıcılarının da seyircinin Şoray-İnanır ikilisinden beklentisinin ne dolduğunu çok iyi bilmesi. Bir mutluluk karesinin parçası olarak her göründüklerinde gerçekten yürekleri titretiyor iki oyuncu ve bunu açıkçası nerede ise oyunculuk açısından kendilerini pek de zorlamalarına gerek kalmadan yapıyorlar, Osman Seden’in mizansen anlayışı sayesinde. “Günümüz”de geçen sahnelerde ise Kadir İnanır hiç aksamadan işini iyi yapıyor ama Şoray senaryo nedeni ile zorlanıyor. Zorlanıyor çünkü Osman Seden ve Bülent Oran örneğin şarkı söyleme sahnelerinde olduğu gibi inandırıcılığı düşük ve oyuncunun altını doldurması zor anları önüne koymuş oyuncunun. “Gilda” filminde Rita Hayworth’ın -Anita Ellis’in sesi ile- söylediği “Amado Mio” ve “Put the Blame on Mame” şarkılarının yerini oyuncunun Sezen Aksu’nun sesi ile söylediği “Kusura Bakma” ve Neşe Karaböcek’in sesi ile söylediği “Dertler Benim Olsun” şarkıları almış ve Şoray’ın bu şarkıları seslendirdiği iki sahne de hikâyenin içinde epey zorlama kalmışlar. Ne var ki Türkan Şoray büyüsü denen bir gerçek var ve bir başka oyuncu ile çok daha fazla sırıtacak bu sahnelerden fazla yara almadan kurtulmayı başarmış kendisi.

Savaş Başar’ın performansı filmi peşine düştüğü hedefe yaklaştıran bir başka önemli unsuru hikâyenin. Sinemamız için hayli farklı çizilmiş ve bu açıdan da ayrıca önemli olan karakterini başta biraz teatral görünen ama alıştıkça sizi etkisi altına alan bir biçimde canlandırıyor oyuncu ve karakterinin tutkusu ve finaldeki tutumu ile hikâyeye damgasını vuruyor. Öyle ki hikâyedeki aşklardan sadece iki baş oyuncu arasında yaşananı değil, onun kadına duyduğu tutku da ancak dev gibi bir yüreği olanın sahip olabilecek türden olması ile filme adını vermiş görünüyor. Başar ile İnanır ikilisinin birlikte göründüğü ilk sahnedeki tuhaf bir ânı da burada anmak gerek. Başar’ın canlandırdığı iş adamı rahatsızlanır ve İnanır ona destek için kendisine yaklaşır ama göğüs göğüse gelirler bu sahnede ve nerede ise “erotik” bir hava yaratılır ikisi arasında burada ki Osman Seden’in -herhalde hiç amaçlamadığı- böyle bir imaya neden olacak bir kamera açısını neden tercih ettiğine bir cevap bulmak güç gerçekten.

Kısıtlı imkânlarla çekilen ama bir şekilde altından kalkılan baştaki kaza sahnesi (sonuçta bir sualtı çekimi bile var burada, pek de Yeşilçam’dan beklemediğimiz bir şekilde) “su kovası içindeki kırmızı oyuncak araba” ile hatırlanıyor olsa da bir başarı olarak görülebilir ama gemideki patlama sahnesinin -üstelik gösterilmesi hikâye için hiç de gerekli değilken- bir yabancı filmden aşırılması veya benzer şekilde Avrupa görüntülerinin bir yerlerden çalınması hayli rahatsız edici bir Yeşilçam geleneği olarak filmdeki yerlerini almışlar. Senaryonun başka kimi öğeleri de aynı geleneklerden epey nasiplenmiş. Bugün bir “klasik” olan “Seviyorsun! Sevmiyorum!” veya “Kahrolsun o kadın” sahneleri bir yana, senaryo hikâyeyi götürmek istediği yere giderken karşımıza çıkardığı inandırıcılık problemini pek de umursamamamış. İnanır’ın dürüst ve namuslu olduğunun vurgulandığı bir sahnede hemen ardından pek de tekin görünmeyen bir adam için çalışmayı kabul etmesi, sigarasını yakacak kadar “tekin olmayan bir iş adamının sağ kolu” olmaya çabucak uyum göstermesi veya madencilikten gemiciliğe pazarlamadan satıcılığa her işten anlaması epey zorlama görünüyor kesinlikle. Bunlardan daha önemli olanı ise senaryonun “maço”luğa yakın duruşu: Tokatlanan kadının bunu kendisine duyulan aşkın sesi olarak görmesi (kadın cinayetlerine giden yol işte erkeğin kadını bu şekilde sahiplenmesinin ve gerektiğinde cezalandırmasının normalleştirilmesinden de geçiyor sonuçta) hem yanlış hem rahatsız edici örneğin. Şoray’ın karakterini -filmin olumlu öğelerinden biri olarak- sınıf atlama arzusu nedeni ile aşkını terk edecek zayıflıkta göstermesi erkeğin şiddetini doğrulayamaz kesinlikle ama işte bu da Yeşilçam’ın alışkanlığı sonuçta.

Senaryo, karakterleri ve hikâyeyi yeterince derinleştirmekle uğraşmadığı için uzun tutulan şarkı sahneleri ve bitmek bilmeyen “geçmiş ne güzeldi” kareleri, yan rollerde aksayan performanslar ve genel olarak klasik bir üslubu olan filmde birden karşımıza çıkan stilize bir sahne gibi kusurları da olan filmde yine de Osman Seden ve görüntü yönetmeni Erdoğan Engin’in kimi kamera açıları sahnelerin ruhuna uygunluğu ile dikkat çekerken, asıl alkışı hak eden Cahit Berkay’in müziği oluyor şüphesiz. Berkay’ın yıllar sonra Soner Arıca’nın disko yorumu ile katledilen melodileri gerçekten çok etkileyici ve bir Kadir-Türkân filmin ruhuna tam oturuyor. Çok dokunaklı, hüzünlü bu melodi filmin gitmeyi hedeflediği ama ulaşamadığı yere erişmeyi başarmış ve dinleyenin yüreğini titretiyor.

Evet, tüm önemli kusurlarına rağmen görülmeyi hak eden bir film bu. Aşkın ve tutkunun güzelliğini hatırlatması, tutkunun şiddet dolu bir kıskançlığın yanında devlere yakışan bir fedakârlığı da barındırabileceğini söylemesi ile de önemli üstelik.