“Sahaya çıkarken ölmeye hazır savaşçılar gibidirler. Toprağı öper, haç çıkarır ve ellerini kalplerine koyup gökyüzüne bakarlar. Aslında sen arkanı döner dönmez oyun çevirmeye hazır bir grup serseriden başka bir şey değillerdir. Hepsi aynıdır: Kurallara hiç saygısı olmayan birer yalancı, dolandırıcı, hilekâr. Oysa ben tüm hayatımı kurallara adadım ve onlara saygı duymayan bana da duymaz. Affet beni peder, günah işledim”
Bütün hayali bir Avrupa final maçını yönetmek olan hırslı bir futbol hakemi ile Sardunya’nın durumu berbat bir amatör takımının çakışan hikâyeleri.
Senaryosunu Paolo Zucca ve Barbara Alberti’nin yazdığı, yönetmenliğini Zucca’nın üstlendiği bir İtalya ve Arjantin ortak yapımı. Futbol tutkusunu ve başarı olma hırsını birleştiren bu komedi siyah-beyaz çekilmiş, soundtrack’i ile dikkat çeken, bir kısmı amatör olan oyuncuların yanında, hakemi canlandıran Stefano Accorsi başta olmak üzere profesyonellerin de hayli keyifli performanslar sundukları bir eğlencelik. Kan davasını, bir aşk hikâyesini, başarılı olma hırsını ve profesyonel futbol dünyasındaki yozlaşmaları aynı anda bünyesine almayı başaran ve bunları eğlenceli bir şekilde bir araya getiren çalışma, “hakemler”in bozulduğu bir toplumun bozulmamasının mümkün olmadığını hatırlatan bir film ve futbolseverlerin ek bir keyif alacağı, alçak gönüllü bir komedi.
Film Fransız yazar Albert Camus’nun bir sözü ile açılıyor: “Hayat hakkında ne biliyorsam, tümünü fuboldan öğrendim”. Çocukluğundan beri bu spora düşkün olan ve tüberküloz olana kadar kaleci olarak maçlara çıkan Camus için futbol bir düşkünlüğün ötesindeydi; insanın varoluşu, ahlakı ve şahsî kimliği ile doğrudan ilgisi olması ve devlet ile kilise gibi otoritelerin zorladığı karmaşık ahlak kurallarına karşılık basit kurallar içermesi ile çok önemliydi. Paolo Zucca’nın filmi bir hakem ve bir futbol takımının hikâyelerini onları finalde bir araya getirene kadar bağımsız ve paralel olarak anlatırken; futbol dünyasını, dünyaları futbolun etrafında dönen sıradan insanları ve Simon Kuper’e atıfla söylersek “Futbol asla sadece futbol değildir” önermesinin doğruluğunu getiriyor karşımıza. Bunu hoş ve yerel tatlar içeren bir mizah ile yaparken, boyundan büyük laflar etmeye de soyunmuyor ve seyircisini eğlendirirken, bir yandan da düşündürüyor.
Maça çıkmaya hazırlanan bir hakemi -hikâyelerden birinin kahramanı olan Cruciani’yi (Sefano Accorsi)- soyunma odasında göstererek açılıyor film. Ayna karşısındaki hareketleri, yere çömelerek dua etmesi, yardımcıları ile bir halka oluşturarak dayanışma ruhu sergilemesi ve koridor boyunca haç çıkarması onun bir “kutsal ayin”e hazırlandığını gösteriyor bize. Gerçekten de futbol, sevenleri için bir kutsal ayin; aksi takdirde milyonlarca insan ağlara değen bir top için sevinç çığlıkları atarken, diğer milyonlarcası gözyaşı dökmezdi kuşkusuz. Hakemler işte bu kutsal oyunun “tarafsız” karar vericileri olarak, oyunun iki rakip tarafı kadar önem taşıyorlar sonuç üzerinde ve Cruciani de bu değerinin farkında olan bir insan. Başarılıdır ve tüm hayali FEFA’nın (UEFA’ya bir gönderme) düzenlediği büyük bir kupanın final karşılaşmasını yönemektedir. Dindarlığı ve hırslı hakemliği dışında bu adam hakkında başka hiçbir bilgi vermiyor bize hikaye; nerede ise onun futbolun parçası olmasının kendi başına yeterince açıklayıcı olduğunu düşünerek. Açıkçası mütevazı bir komedi olarak bu durum hiç de rahatsız edici değil; değil, çünkü zaten futbol fanatizmi kendi başına çok açıklayıcı bir olgu bir insanın karakteri hakkında. Film işte bu adamın kendisini Sardunya’nın iki amatör takımı arasındaki şampiyonuk maçına atanmış olarak bulmasına kadar yaşadıklarını anlatıyor paralel hikâyelerinin birinde ve futbolun bir endüstri olarak nasıl bir yozlaşmanın içinde olduğunu sergiliyor kendi alçak gönüllü duruşu içinde.
Paralel olarak ilerleyn ikinci hikâyede ise aralarında tam bir düşmanlık bulunan iki amatör takım arasındaki mücadelenin kahramanlarının yaşadıklarını izliyoruz. Yaptığı tüm maçları kaybeden takıma, Arjantin’de şansını deneyen ama geri dönmek zorunda kalan bir “yıldız” futbolcu katılınca kaderleri değişir ve şampiyonluk peşinde koşmaya başlarlar. Bu yıldızın çocukken âşık olduğu kadının peşinde koşması, takımının koçunun kör olması, rakip takımın iki oyuncusu arasında sürüp giden ve sonuçları gittikçe daha kanlı olan kan davası gibi unsurlarla senaryo hem komedi hem dram açısından küçük yan hikâyeler anlatırken, bir yandan da seyirciyi eğlendirmeyi deniyor ve her zaman çok güçlü olmasa da başarıyor da bunu. Hakemlik kurumunun önemi (daha doğrusu onun faaliyet alanının taraftarlarının fanatikliği) arttıkça yozlaşmaya daha da yaklaştığını gösterdiği film komedisini hikâyesinin içeriği kadar, Paolo Zucca’nın biçimsel anlayışından da alıyor. Onun kadar stilize olmasa da Jean-Pierre Jeunet ve onlarınki kadar tüm filme yayılan ve dozu yüksek bir absürtlüğe başvurmasa da Dominique Abel – Fiona Gordon – Bruno Romy’nin filmlerini hatırlatan bir biçimsel tercihe tanık oluyoruz burada.
Andrea Guerra’nın orijinal müziklerinin yanında popüler şarkıların bestecisi Cesare Andrea Bixio’nun “Vivere” şarkısının iki ayrı versiyonundan ve Aníbal Troilo’nun “Danzarín” adlı şarkısından eğlenceli bir biçimde yararlanıyor film. Bu müzikleri bir müzikali aratmayacak estetiği olan sahnelerde kullanmış Zucca. Hakemlerin toplu antrenmanının koreografisi ve otel odasında tek başına yapılan kutlama dansı (bu sahnede Stefano Accorsi döktürüyor kelimenin tam anlamı ile) gibi unsurları ile film, komedisine bir müzikal hava da katıyor ve ilgiyi diri tutuyor hep. Tüm takımın önemli bir maç öncesinde uzun bir masanın aynı tarafında “İsa’nın Son Yemeği”ne gönderme yapacak şekilde toplanması, bir uçurum kenarında “Şunu gördün mü?” temalı absürt konuşma sahneleri, finaldeki maçta hakemin gösterisi ve aynı hakemin hedeflediği şekilde olmasa da birilerinin kahramanı olması gibi eğlenceli yanları olan film Patrizio Patrizi’nin siyah-beyaz görüntülerinden de önemli bir destek alıyor.
Hayli eğlenceli içeriğine rağmen filmin pek çok ilk filmde rastlanan bir kusuru da var: Çok fazla yan hikâye barındırıyor film ve uçurum kenarı sohbetlerinin bir örneği olduğu gibi, senaryo akla gelen tüm fikirlerin aynı hikâyeye -ve her zaman da bir bağlantısı olmayacak şekilde- yedirilmesinin sıkıntısını yaşıyor. Zucca’nın filmi önce 15 dakikalık bir kısa film olarak düşünüp, daha sonra uzun metraja çevirmiş olması da bu durumu açıklıyor sanki. Sardunya’nın geniş ve boş alanları, siyah-beyaz tercihi ve geleneklerin sürekliliği ile hoş bir zamansızlık hissi de yaratan ilginç ve eğlenceli bir çalışma bu.
(“The Referee”)