Light Sleeper – Paul Schrader (1992)

“Hayatımın değiştiğini hissediyorum. Tek ihtiyacım bir yöndü. Yıllar geçer ve sürüklenip gidersin sadece. Sonra bir şeyler değişir. Değişme yeteneği olan biriyim ben. İyi bir insan olabilirim. Hayatımın ortasında, yaşamak için ne tuhaf bir şey! Ne şans!”

New York’un zenginlerine torbacılık yapan ama işini bırakmayı düşünen, eski sevgilisi ile uzun bir aradan sonra karşılaşınca yaşamını daha yoğun bir şekilde sorgulayan bir eski bağımlının hikâyesi.

Paul Schrader’in yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Şiddet dolu bir dünya ile yalnızlık arasındaki ilişki üzerinden ilerleyen film, hikâyesi özellikle ikinci yarısında bir suç filmine dönüşse de sakin temposunu hep koruyan; gerilimini ve heyecanını olan bitenden çok, baş karakterinin varoluşçu sorgulamaları üzerinden üretmeyi tercih ederek farklı bir yol seçen ve Willem Dafoe ve Susan Sarandon başta olmak üzere kadrosunun yalın performansları ile zenginleşen ilginç bir yapıt. Schrader’in aksiyon ve tempo tercihleri filmin seyirciden hak ettiği ilgiyi alamamasına yol açmış anlaşılan ama 1990’ların gözden kaçan bu hikâyesi ilgiyi kesinlikle hak eden, gerçekçi ve alçak gönüllü yapısı içinde kayda değer bir karakter incelemesi sergileyen bir yapıt.

2010’da hayatını kaybeden Amerikalı müzisyen Michael Been’in film için hazırladığı şarkılardan biri olan “World on Fire”ın eşlik ettiği açılış jeneriği ile başlıyor film. Gecenin neon ışıklarının aydınlattığı ıslak bir yol üzerinde kayan kameranın çektiği görüntülerle açılıyor hikâye; sokakta çöpler ve yol kenarında da toplanmayı bekleyen çöp torbaları vardır. Kamera yükseliyor daha sonra ve bir büyük şehirde, New York’ta olduğumuzu anlıyoruz. Kayan kamera lüks bir arabanın ve arka koltukta oturan John LeTour’un (Willem Dafoe) bakışının yerine geçmektedir. Arabadan iner LeTour ve bir video dükkanında kendisini bekleyen bir adamla sessiz ve kısa bir buluşma gerçekleştirir. Biri diğerinin eline para, diğeri ise onun eline küçük bir uyuşturucu paketi tutuşturur ve alışveriş sona erer. LeTour, Ann (Susan Sarandon) adındaki bir kadın adına çalışan bir torbacıdır ve New York’un zenginleridir müşterileri. Kendisi de eski bir bağımlı olan LeTour yalnız bir insandır ve Ann’in uyuşturucu işini brakıp kozmetik işine girme planı ve bir tesadüf sonucu karşılaştığı eski sevgilisi (Dana Delany) rutin ve mutsuz hayatını sorgulamasına neden olacaktır.

Paul Schrader ilkinin sadece senaryosunu yazdığı, diğer ikisinin ise yönetmenliğini de yaptığı üç filmi “İşinden nefret eden yalnız adam” adı altında bir üçlemede toplamıştı: Martin Scorsese’nin yönettiği “Taxi Driver” (Taksi Şoförü, 1976), “American Gigolo” (Manken, 1980) ve “Light Sleeper” (Tavşan Uykusu, 1992). Filmlerin sırası ile taksicilik, eskortluk ve torbacılık yapan karakterlerin tümünün hikâyeleri, suç öğelerini de içine alarak zenginleşirken, yaptığı işten mutsuz ve geleceği ile sorgulamaları olan erkekleri ve “kendine ait bir oda”sı olan bireyleri anlatır. Bu filmde “Benim felsefem şu: Söyleyecek bir şeyin yoksa, söyleme” sözlerini sarf eden, mutsuzluğunun kendi varlığını sorgulamaya ittiği kahramanımız da diğer hikâyelerde olduğu gibi bir arınmaya varmaya, inandığı bir adaleti yerine getirmeye çalışıyor. LeTour’u farklılaştıran özelliği ise, onu medyumdan destek istemeye yönelten inanışları. Paul Schrader bekleneceğinin ya da hikâyenin genel havası açısından değerlendirildiğinde olması gerekenin aksine, öngörüsü yüksek bir medyumu oldukça ciddi bir hava ile karşımıza getiriyor ve hatta LeTour’un yıllardır görmediği eski aşkı ile peş peşe karşılaşmalarını sağlayacak tesadüfleri de oldukça doğal algılanacak bir şekilde kullanıyor. Bu seçim, sinemacının doğaüstünü öne sürme çabasından çok; torbacılık gibi tehlikeli, yasadışı ve kötü bir iş yapan kahramanın naif karakterini gösterme amacından kaynaklanıyor olsa gerek. Medyuma yapılan iki ziyaret ve bu ziyaretlerdeki diyaloglar, bir karakterin diğerine yıldız falına baktırmasını önermesi ve yasal açıdan geçerliliği tartışmalı bir nikâhı bir astrologun kıyması gibi farklı örnekler seyredip duruyoruz hikâye boyunca.

Bağımlılığın göbeğinde olduğu, üstelik farklı aşkların taraflarının bu işi çekinmeden ve kişisel çıkarları için yaptığı bir hikâyede uyuşturucu karşıtlığı ile ilgili bir nutuk atma kaygısına kapılmadan, bu maddelerin bireylerin hayatları üzerindeki irili ufaklı tüm olumsuz etkilerin sakin ama güçlü bir şekilde anlatılabilmesi dikkat çekiyor. Bu sakin güç genel olarak Schrader’in sinema dilinde de gösteriyor kendisini. Uzun ve kötü bir ayrılık sürecinden sonra tekrar bir araya gelme ihtimali olan iki insanı bir masada sohbet ederken gösteren kameranın, sahne içinde açı değiştirerek onları bir süreliğine bir sütun tarafından birbirlerinden tecrit edilmiş gibi göstermesi gibi bir parça klişe görünebilecek bir seçimin rahatsız edici olmamasında yönetmenin seyircinin üzerine gitmeyen yalın ve sakin sinemasının önemli bir payı var. Final bölümlerinde, hatta gerçekçilik açısından bir parça sorunlu olsa da, cezaevinde geçen son sahnesinde 1950’lerin Amerikan B tipi polisiyelerinin “ucuz” çekiciliğinin yakalanmış olmasını da filmin artıları arasına koyabiliriz rahatlıkla.

Ann adlı karakterin evinde televizyon ekranında bir süre gösterildiğine tanık olduğumuz film, Amerikan sinemasında deneysel filmleri ile bilinen Kenneth Anger’ın 1963 tarihli kısa filmi “Scorpio Rising”. Günümüzün ünlü yönetmenleri Nicolas Winding Refn ve Gaspar Noé’nin kendi sinemaları üzerinde önemli bir etkisi olduğunu belirttikleri bu filmin yaratıcısı Anger, Schrader’in de yakından takip ettiği bir isimdi ve anlaşılan bu sahne ile ona bir saygı gösterisinde bulunmak istemiş yönetmen. Alman sinemacı Wim Wenders’in, buradaki yönetmenlik çalışmasını Yasujirō Ozu’ya benzetmesi bir parça abartılı görünse de, Schrader’in “en kişisel filmim” olarak tanımladığı yapıtın, baş karakterleri sevilerek ve inanılarak anlatıldığı açık ve bu açıdan Japon ustayı hatırlattığı da doğru. Son bir sinema göndermesi olarak, hikâyenin özellikle finali ile Fransız usta Bresson’un “ahlak hikâyeleri”ni hatırlatmasını da ekleyebiliriz.

Susan Sarandon ve Willem Dafoe’nun Amerikan sinemasının güçlü oyuncuları olarak burada da filme önemli birer katkı sağladıkları rahatlıkla söylenebilir. Her iki oyuncu da, Schrader’in sade ve genelde sakin sinema dili ile çok iyi bir uyum gösteren performanslar sunarken; Dafoe karakterinin yalnızlık, yönsüzlük ve naifliğinin izlerini taşıyan ve orta yaş krizi olarak tanımlayabileceğimiz ruh hâlini inandırıcı ve hatta eğlenceli kılması ile ek bir takdiri hak ediyor. Sarandon’ın katkısının ise senaryonun onu ihmal etmiş olmasına rağmen yakalanmış olduğunu vurgulamakta yarar var. Hüznün, yılgınlığın, yorgunluğun ve bezginliğin kendilerini hep hissettirdiği ama yine de hoş bir hafifliği de olan filmin Ed Lachman imzalı görüntüleri, özellikle gece sahnelerinde neon ışıkları, yağmur ve “karanlığın” oluşturduğu büyükşehir atmosferini oldukça doğru ve çekici bir güçle yakalamış. Dozunda tutulmuş stilize yanı ile de dikkat çeken filmin Michael Been imzalı şarkılarının görsel unsurlarla müthiş bir uyum yakaladığını da belirtelim son olarak.

(“Tavşan Uykusu”)

First Reformed – Paul Schrader (2017)

“Umutsuzluğun olmadığı bir hayat, umudun da olmadığı bir hayattır”

Küçük bir cemaati olan bir kilisenin papazının, dünya için umudunu yitiren bir çevre aktivistinin tetiklediği trajedisinin hikâyesi.

Paul Schrader’in yazdığı ve yönettiği; ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya yapımı bir film. Sinemaya senarist olarak giren ve özellikle Martin Scorsese için yazdıkları (“Taxi Driver”, “Raging Bull” vs.) ile ün kazanan Schrader’in yetmiş bir yaşında çektiği bu film kimi eleştirmenler tarafından onun yönetmen olarak en başarılı çalışması olarak tanımlanan ve yalın sinema dilinin hikâyenin varoluşu sorgulayan içeriği ile çok iyi örtüştüğü bir çalışma. Başroldeki Ethan Hawke’ın sade ve bir o kadar da gerçekçi performansının da katkısı ile umut, umutsuzluk ve inanç gibi kavramları çekici bir senaryo ile anlatan film belki bir parça fazla Hollywood kokan finalinden zarar görse de, Amerikan sineması içinde farklı bir yerde durması ile, ilgiyi kesinlikle hak ediyor.

On kişiyi geçmeyen cemaati olan küçük bir kilisede görev yapıyor Peder Toller (Ethan Hawke); ABD’ye gelen ilk göçmenler tarafından 1767’de kurulmuş tarihi ve turistik bu kiliseye özel hayatındaki büyük bir trajediden sonra atanmış olan peder, cemaatinden bir kadının kendisinden kocasına yardımcı olmasını rica ettikten sonra sorgulamalara girişiyor. Senaryolarında dinsel temalara da yer vermesi ile bilinen Schrader, Toller’in hikâyesini, dünyanın geleceği için en yakın ve büyük tehlikelerden biri olan küresel ısınma ve çevre problemlerini yaşamın, umudun, inancın ve direnmenin aracı olarak kullanarak anlatıyor. Filmin başarılı ve çekici yanı, din olgusunu tarafsızlığını koruyarak hikâyenin ana parçalarından biri yapması ve toplum önderlerinin (din ya da başka açılardan) bu konumlarının soyut ve “yüce” kavramlar üzerinden değil, ancak toplumun gerçek sorunları üzerinden anlamlı bir işleve sahip olabileceğini göstermesi. Dinin, ezberlenen ve dikte edilen ifadeler ve kavramlar ile değil, Tanrı tarafından yaratılan her şeye (dünyanın kendisinden her bir canlı varlığa kadar her şey) saygı ve sevgi göstererek gerçekten bir anlam ve değere kavuşturulabileceğini söylüyor hikâye ve bunu da Schrader’in hayli olgun sinema dili ile yapıyor.

Paul Schrader senaryosunu yazarken kendisinin önceki çalışmaları da dahil, farklı kaynaklardan esinlenmiş. “Taxi Driver” (Taksi Şoförü) filminin ve kahramanı Travis Bickle karakterinin bu yapıtına ve Toller karakterine önemli bir ilham kaynağı olduğunu kurgu sırasında fark ettiğini söylemiş Schrader bir konuşmasında. Kendisinin de yakından ve endişe ile takip ettiği küresel ısınma gerçeği onun hikâyeyi yazması için ilk esin kaynağı olurken, Robert Bresson’un 1951 yapımı “Journal d’un Curé de Campagne” (Bir Taşra Papazının Güncesi) ve Ingmar Bergman’ın 1963 tarihli “Nattvardsgästerna” (Kış Işığı) filmleri ile de benzerlikleri var Schrader’in çalışmasının. Ayrıca Flannery O’Connor’ın “Wise Blood” romanı da, inanç krizi yaşayan ve Romalı askerlerin İsa’nın başının etrafına koyduğu dikenli taça gönderme olarak, vücudunu dikenli tellerle saran karakterine bir gönderme ile yer bulmuş hikâyede. Bu esinlenmelerin yanında gerçek karakterlere göndermeleri ve saygı duruşu ile de dikkat çekiyor film. Amazon ormanlarının korunması için mücadele eden ve suikast sonucu öldürülen çevre aktivistleri Dorothy Stang, José Cláudio Ribeiro da Silva ve Maria do Espírito Santo hikâyede kilit bir önemi olan bir obje üzerine iliştirilen fotoğrafları ile anılıyorlar örneğin. Senaryoyu besleyen kaynaklar bunlarla da sınırlı değil; Amerika’daki ilk kolonicilerden biri olan Thomas Morton’un eser ve fikirlerini de hikâyesinin önemli bir parçası yapmış film. Onun “Hiçbir şeyin değişmeyeceğini ve artık bir umudun kalmadığını biliyorum” ifadesini günlüğüne yazıyor bir alıntı olarak Peder Toller ve bağlı olduğu büyük dinî kurumun yöneticisi ile tartışmasında konu bir ara Morton’un fikirleri etrafında dönüyor.

Schrader’in filmi tüm o yalınlığı içinde hayli sert bir eleştiri içeriyor; küresel ısınma, bu sorunu yaratan en önemli faktör olan kapitalist sermaye ve politikacılarla ilişkisini onları etki altına alacak kadar yakın tutan bu gücün adını çeşitli bağışlarla temize çıkarması net bir şekilde gösteriliyor hikâyede. Burada daha da çarpıcı olan ise, dünyanın çevre felaketine doğru ilerliyor olmasının baş aktörlerinden birinin bu kendini temiz gösterme oyununu bir dinî kuruma sağladığı destek üzerinden yapması. Toller’in üstleri ile çatışması ve her zaman doğru olanın yanında durması gereken kutsal inancının bu oyunlara teslim olması bu vicdanlı adamı doğal olarak bir sorgulamaya ve yardımcı olmaya çalıştığı ve umudunu yitirmiş aktivist ile özdeşleştirmeye götürüyor. Hikâyeyi orijinal ve ilginç kılan da temel olarak bu gelişme oluyor ve Ethan Hawke’ın güçlü bir sadeliği olan performansı seyrettiğimizi sürükleyici kılıyor. Pederin günlüğünde yazdıkları üzerinden zaman zaman anlatıcı rolüne de büründüğü hikâye Alexander Dynan’ın özenli görüntüleri ile de ek bir çekicilik kazanıyor.

Kendi çocuğunu katılmaya teşvik ettiği ordunun haksız savaşında (yalanlar üzerine inşa edilen Irak savaşı bu) yitirmiş bir kişinin, felakete doğru ilerleyen bir dünyaya çocuk getirmenin yanlışlığına inanan bir başka adamı bu düşüncesinin doğru olmadığına ikna etmeye çalışması hikâyenin düşündüren yanlarından biri. “Bu dünyaya bir çocuk getirmekle ilgili hissettiğin kederin, o dünyada bir çocuğu yitirmeninki ile eş olamayacağına seni temin ederim” diyor adam diğerine; ilerleyen sahnelerde kendisi benzer bir umutsuzluğa kapıldığında ise “umutsuzluğun gururun parçası olduğu ve umutsuzluğa kapılmanın Tanrı’nın yaratıcılığı yerine kesinliği koymak anlamına geldiği” iddiası ile kendisini de ikna etmeye çalışıyor. Tanrı’ya duyulan inanç ile umutsuzluğa kapılmanın çelişmesinin bir örneği olduğu gibi, farklı durumlar aracılığı ile umut(suzluk) hikâyenin tam göbeğinde yer alıyor. Paul Schrader belki yaşının da artırdığı sorgulama ve umut etme ihtiyacını senaryosuna yoğun bir şekilde yansıtmış. Hikâyenin tümü açısından bakıldığında hayli ayrıksı duran ve gerekliliği/doğruluğu tartışmalı trans sahnesi bir metafizik hava katsa da hikâyeye, Schrader genellikle gerçekçi bir bakış atıyor dünyaya ve hayal kırıklığının karakterinde doğurduğu öfkeyi somutlaştırıyor başarılı bir sinema ile.

Dış ve iç mekânları genellikle ıssız olarak görüntüleyen ve bu sayede bir bakıma, inancında yalnız kalmanın neden olduğu yalıtılmışlığa işaret eden film şu soruyu soruyor ve bizden de aynısını bekliyor: “Dev şirketler adına kimin konuştuğunu biliyoruz. Peki Tanrı’nın adına kim konuşuyor?”. Dinin kurumsal yapısının, modern dünyanın hemen tüm kurumları gibi doğrunun değil, güçlünün yanında durması kendi özüne bir ihanet elbette ve Schrader de bunu başarılı bir yapıtla anlatıyor seyirciye. Final, öyküdeki tüm umut odağı düşünüldüğünde, doğru gibi görünüyor ama “aşkın iyileştiriciliği” fazlası ile Amerikan sineması kokuyor. Görüntü çerçevesinin 4:3 olmasının sağladığı klostrofobi öykü ile ne denli uyumlu duruyorsa, final de bir o kadar uyumsuz sanki. Aslında sinemacı iki farklı son daha yazmış hikâyesine ama sonuçta onların karşısında duran bu finali seçmiş ve Lustlord adı altında yaptığı “karanlık ambient” müzikleri ile tanınan Galli besteci Brian Williams’ın (müzisyenin ateist olmasının öykünün temaları ile zıtlığını da belirtelim ilginç bir not olarak) yarattığı müziklerin (seslerin aslında) daha da koyulaştırdığı karanlığa bir yanıt vermek istemiş belki de.

1972 tarihli “Transcendental Style in Film: Ozu, Bresson, Dreyer” adlı kitabında Schrader üç büyük yönetmenin ortak stillerini (yalın kamera çalışması, “yavaş” akan hikâye, sade ve imadan kaçınan kurgu gibi) filmlerini analiz ederek anlatmıştı sinema meraklılarına. Bu film belki de onun sinemanın bu ustalara hem senaryosu hem yönetmenliği ile en çok yaklaştığı ve açılışta bir kiliseye kayarak yaklaşan kameranın doğurduğu tekinsiz havayı aynı kameranın sondaki “coşkulu” hareketi üzerinden umuda dönüştüren içeriği ile belli bir başarı yakaladığı bir yapıtı.