Romeo Is Bleeding – Peter Medak (1993)

Romeo_is_bleeding“Her zaman dediğim gibi, birini vurmakla onunla evlenmek aynı şey: Hayatın sonuna kadar bağlanırsınız ona, ya kendi hayatınızın ya onun”

Mafyaya bilgi sızdırarak zengin olmayı planlayan ama iki taraflı oynarken başı derde giren bir dedektifin hikâyesi.

Hilary Henkin’in orijinal senaryosundan Peter Medak’ın çektiği bir kara film denemesi. İsmini Tom Waits’in aynı adlı şarkısından alan film, farklı olmaya çalışan ama bunu başaramayınca zaman zaman vasatın da altına düşen çalışmalardan. Peter Medak’ın stilize bir hava vermeye çalışmasına, kötü karakterinin şeytanî bir kadın olması ile benzerlerinden farklılaşmasına, erotizme hayli sık göz kırpan içeriğine ve zengin oyuncu kadrosuna rağmen olmamış bir film bu. Başroldeki Gary Oldman’ın filmin başarı seviyesinin hayli üzerine çıkan çarpıcı performansı filmin elle tutulur tek yanı ve sık sık sadece onun için bu film seyre değer diye düşündürtüyor. Başaramamış olsa da, daha doğrusu hedeflediği olumlu alana değil de, olumsuz alana kaymış olsa da, farklılık çabası için de ilgi görebilir.

Film kahramanının ağzından ama kendisinden üçüncü şahıs olarak bahsettiği bir şekilde anlatılıyor bize ve Henkin’in senaryosunun da belki de tek doğru tercihi oluyor bu. Hayli savruk bir senaryo bu ve karakterlere ya da olan bitene kendinizi inanarak vermenize bir türlü fırsat vermiyor. Anlatıcının bize hitap ettiği anlarda duyduklarımız çekici bir şekilde yazılmış oysa ki. Buradaki başarısını ne hikâyenin kendisine ne de diyaloglara yansıtabilmiş Henkin. Bir erkek ve biri karısı, diğeri sevgilisi ve sonuncusu tam bir cani olan üç kadının bu hikâyesinde, Henkin ne gerilimi ne aşkı ne de erotizmi çekici bir şekilde oluşturabilmiş. Örneğin aşkı ancak finale doğru adamın ağzından üzerine dokunaklı şeyler duyunca fark etmeye başlıyorsunuz. Zaman zaman ucuz bir hava alan erotizm ile filmin ne amaçladığı belli ama saplantılı tutku kesinlikle geçmiyor seyirciye ve geçmeyince de hikâyede bunca erotizmin ne aradığını soruyorsunuz. Gerilim ise diğerleri ile kıyaslanınca, daha elle tutulur bir durumda ama fazla doğrudan bir havaya sahip olan bu gerilim duygusu da deyim yerinde ise germekten çok rahatsız ediyor.

Gary Oldman’a eşlik eden üç kadın oyuncu, Annabella Sciorra, Juliette Lewis ve Lena Olin, filme yeterince hak ettiğini söyleyemeyeceğimiz bir çekicilik katıyorlar açıkçası ama senaryo ya hayli yüzeysel bırakmış oynadıkları karakterleri (Sciorra’nın eş ve Lewis’in sevgili karakterleri) ya da abartı da o denli ileri gitmiş ki karakteri komik olmanın sınırına kadar getirmiş (Olin’in acımasız katili). Hikâye ilerledikçe daha da yitirilen inandırıcılık da yardımcı olmuyor bu oyunculara doğal olarak. Özellikle de Lena Olin sıkıntısını çekiyor bu durumun. Gerek bu problem gerekse yukarıda bahsettiklerim sık sık şunu düşündürtüyor: Senarist Henkin iyi bir fikirle çıkmış ortaya, çekici bir taslak da oluşturmuş kafasında ama senaryoya dönüştürülünce bu taslak ve içerdiği tüm güzel fikirler, kontrolü elden yitirmiş Henkin ve ortaya bu garip sonuç çıkmış.

Marifetli müzisyen Mark Isham’ın sık sık caz motiflerine yaslanan müziği çekici ama hikâyeye her zaman uyduğu tartışmalı bir parça. Isham’ın çalışması daha çok, filmin amaçladığı ama ulaşamadığı şık stilize havası düşünülerek oluşturulmuş gibi duruyor. Neyse ki Gary Oldman var elimizde: Oyuncu senaryonun sıkıntılarını, uzağına düştüğü hedefleri vs. aşan ve unutturan bir performans veriyor ve filmi, evet tek başına bile çekici kılmayı başarıyor çoğu anında. Romantik bir aşığı, sıkı bir polisi, zenginlik hırsına kapılan bir adamı veya şehvetin tuzağına düşen bir karakteri, tümünü de aynı ölçüde inandırıcı kılarak getiriyor karşımıza. Onu seyretmek filmin verdiği en büyük (belki de tek) keyif kesinlikle. Görüntü yönetmeni Dariusz Wolski ve yönetmen Peter Medak’ın farklı kamera açıları ve renk tonlarındaki tercihleri ve Walter Murch’un kurgusu da filme cazibe getirmişler ama film o şık stilize havayı tam anlamı ile oluşturamamış bir türlü. Tüm bunlara rağmen, Oldman için ve onun karakterinin melankolisi, hüznü, romantizmi ve çocuksu acizliği için görülebilir bir film bu.

(“Aşk Bir Fahişedir”)

Let Him Have It – Peter Medak (1991)

“Babam beni öldürecek!”

Cinayete teşvikle suçlanan zekâ yaşı düşük bir gencin adaletin karanlık mekanizmaları içinde kayboluşunun hikâyesi.

Gerçek bir olayı anlatan film adalet süreçlerinin sonunda kesilen cezaların “ibret olması” hedeflendiğinde, bu cezaların nasıl bir adaletsizlik aracı olabileceğini ve genel olarak bireylerin bu mekanizmalar kullanılarak güç sahipleri tarafından nasıl kolayca yok edilebileceğini anlatıyor. 1950’li yıllarda geçen hikâyenin kahramanının adı ancak ve ailesinin yıllarca süren savaşı sonunda 1998’de temize çıkarılabilmiş. Özetle film adalet mekanizmalarının her bir bireyin ona özgü olan durumunu şu veya bu nedenle, ki burada “ibret olsun” anlayışı baskın olmuş, nasıl görmezden geldiğini anlatıyor.

1950’li yılların İngiltere’sinde şiddet içindeki küçük çetelerin birine bulaşan bu gencin hikâyesini çoğunlukla televizyon için çalışan yönetmen Peter Medak oldukça düz bir çizgide ve dramatik açıdan hikâyeye biraz uzaktan bakan bir anlatımla ele almış. Yine de finale yakın karşımıza gelen “sabah gün ağarırken ıssız sokak” sahneleri ve hemen tüm final ile hikâyenin hak ettiği dramatik gerilimi üretebilmiş gibi görünüyor yönetmen. Özellikle finaldeki ani kapanış trajik sonun etkisini artırıyor ve sahnenin altını çizmeyerek seyredenin bu yarım kalmışlık havası içinde filmle bir süre daha yaşamasını sağlamayı başarıyor.

Christopher Eccleston rolü gereği filmin tüm yükünü başarılı bir şekilde taşıyor. Abartıya açık sara nöbeti sahnelerinde ve evden çıkmaya korkan bir gencin karıştığı çete ile öz güveni yükselen adama dönüşmesini aksamadan ve inandırıcı bir biçimde getiriyor karşımıza.

İdam cezasını ve bu cezanın da aslında bir cinayet olduğunu elbette bir Kieslowki filmi gibi anlatamayan ama yine de bu ceza yönteminin korkunçluğunu hatırlatan ve küçük insanların adına bürokrasi denen o canavar mekanizmanın çarkları arasında öğütülmeye mahkum olduğunu söyleyen bu film sinemasal açıdan çok hikâyesinin gerçekliği ve çarpıcılığı ile dikkat çeken bir çalışma. Adalet objektif midir sorusuna verilen ürkütücü bir “hayır” cevabı.

(“O Sahip Olsun”)