Quelques Heures de Printemps (Bir Yudum Bahar) – Stéphane Brizé : Fransız yönetmen Brizé 2009’daki mükemmel “Mademoiselle Chambon” adlı çalışmasından sonra bir kez daha yüreklere ve akla dokunan bir film çekmiş. Yine Vincent Lindon’un başrolde olduğu ve kendisine Hélène Vincent ve Emmanuelle Seigner’in başarı ile eşlik ettiği filmde Brizé bir kez daha büyük sözler etmeden, gerçekçi karakterlerin gerçek hayatları yaşadıkları bir hikâye ile anne ile oğlu arasındaki uzlaşılamayan ilişkiyi ötenazi olgusunu da içine katarak anlatıyor. Son bölüm bir parça odağı gereksiz bir şekilde başka bir alana kaydırsa da film doğallığı ile çarpıyor seyredeni. Her bir cümlenin nerede ise kusursuz olduğu bir senaryo, başarılı oyunculuklar ve sakin ve has bir sinema tadı veren mizanseni ile Brizé yine mükemmele yakın bir iş çıkarmış. Sinemanın süslenmiş, çarpıtılmış, bir ürüne dönüştürülmüş olanları değil gerçek karakterleri, insanları ilgi alanına aldığında nasıl etkili olabildiğini bir kez daha kanıtlayan, kaçırılmaması gerekli bir film.
(“A Few Hours of Spring”)
7 Cajas (7 Kasa) – Juan Carlos Maneglia / Tana Schembori : Paraguay sinemasından eğlenceli, gerilimli, hızlı ve seyre kesinlikle değer bir film. Kalabalık bir çarşı içinde, daha doğrusu bir pazar yerinde geçen film tek amacı “televizyon ekranında görünmek” ve biraz para kazanmak olan bir gencin bulaştığı işte başına gelenleri hızlı bir tempo, eşlik eden keyifli müzikler ve komediye de göz kırpan bir atmosfer ile anlatıyor. Belki de tek kusuru komedinin dozunun gereksiz arttığı bölümler olan film çok sayıdaki ana karakteri, rahatsız etmeyen ilişkiler içinde birbirine bağlamayı başarmış ve ortaya enerjik bir çalışma çıkmış. Pazar yerindeki el arabalı takip sahneleri için bile ilgiyi hak ediyor. Kaosun içinden etkileyicilik çıkartmayı başaran eser yoksulluğu da sömürmeden veya anlamsız bir biçimde benzetildiği “Slumdog Millionaire” filmindeki gibi şıklıkların parçası yapmadan hikâyesinin odağına koymayı başarıyor.
(“7 Boxes”)
Lemale et Ha’halal (Boşluğu Doldurmak) – Rama Burshtein : İsrail’de ortodoks yahudilerin aşırı muhafazakâr hayatlarında geçen bir dram. Doğum sırasında ölen ablasının kocası ile evlenmesi beklenen genç bir kızın hikâyesini, kendisi de kadın olan yönetmen Burshtein kadınlara özgü denebilecek bir duyarlılık ile ele almış. Evlenmenin kadınlar için nerede ise tek amaç olarak göründüğü bir toplumda bireysel özgürlüğünü öne çıkarmaya çalışan genç kızın önündeki en büyük engel olan kişinin yine bir kadın, annesi oluşu ve onun gerekçesinin de kadınlara özgü bir anaçlık içermesi hayli ilginç bir yaklaşım. Burshtein’ın senaryosu bu ibadet odaklı toplumun geleneklerinin bolca ve açıkçası biraz dozu kaçmış bir biçimde sergilenmesine izin veren ve hatta yönetmenin eleştirmekten çok objektif bir sergileme ağırlıklı tavrı nedeni ile kimi oldukça eğlenceli anları karşımıza getiren bir yapıya sahip. Erkeklerin inanç ve ekonomi alanında, kadınların ise aile konularında hâkim güç olduğu toplumda bireylerin özgürlüklerinin nasıl “doğal” bir kısıtlamaya tabi olduğunu anlatan etkili bir dram bu film.
(“Fill the Void”)
Yek Khanévadéh-e Mohtaram (Saygın Bir Aile) – Massoud Bakhshi : 22 yıl sonra ülkesi İran’a üniversitede geçici olarak ders vermek için dönen bir akademisyenin yaşadıklarını anlatan film ülkenin devrim ve sonrasında geçirdiği değişimin kendisine değil bireylere odaklanıyor ve ülkenin nasıl bir kaosun ve yozlaşmanın içinde debelendiğini anlatıyor. İlginç bir şekilde komik anları da içermeyi başaran film baş oyuncusu Babak Hamidian’ın oldukça başarılı oyunu ile eğlenceli olmayı da beceriyor. İran sinemasının sinemasal atraksiyonlardan uzak, karakterlere ve onlar üzerinden sosyal meselelere dokunan çarpıcı filmlerinin bir başka örneği. Bol diyalog içermesine rağmen hiçbir anında sıkmamayı başaran film sondaki sürprizini hiç açık etmemesi ile de takdiri hak ediyor. Irak ile İran arasındaki savaşın görüntülerini hikâyeye ustalıkla yediren film olayların geçtiği iki şehri, Şiraz ve Tahran’ı hikâyenin atmosferine uygun bir biçimde taşıyor perdeye. İranlı resmi görevlilerin akademisyene sık sık sarfettiği “siz Avrupa’dan gelenler burada kanun yok mu zannediyorsunuz” cümlesi ülkenin nasıl bir ruh hali içinde olduğunu akıllıca gösteren bir seçim olmuş yönetmenin yazdığı senaryo için.
(“A Respectable Family”)
Suspension of Disbelief (Gördüğüne İnan) – Mike Figgis : Gerçek ile kurgu arasındaki ayrıma odaklanan filmin adı -sinema sanatı için düşünüldüğünde- seyircinin gördüğünün bir kurgu olduğu düşüncesini bir kenara bırakıp ona inanmasını anlatan bir terim; bir başka deyişle seyircinin gördüğüne inanmamayı askıya alması anlatılmaya çalışılan. Film içinde film mantığı ile ilerleyen film, Figgis’e özgü teknik yaklaşımların (bölünmüş perde, yavaşlatılmış hareketler, renkliden siyah beyaza geçişler, yüksek grenli görüntüler vs.) bolca kendisini gösterdiği bir çalışma. Ne var ki filmin kendisinin seyircinin inançsızlığını ertelemesini sağlayabildiği şüpheli. Gereğinden fazla şık bir görüntüsü olan film seyirciyi karakterlerinin yanına taşımakta da zorlanıyor ve teknik ağırlıklı yaklaşım seyredilenin gerçek olarak algılanmasını da güçleştiriyor. Yine de her Figgis filmi gibi ilgi çekici yanlarının olduğu açık; yönetmenin senaristliğini, kurgusunu ve görüntü yönetmenliğini de üstlendiği film sadece giriştiği deneme açısından bile ilgiyi hak ediyor örneğin. Ayrıca tartışmaya açtığı kavramın da hayli farklı okumalara ve düşünmelere imkân verdiğini akılda tutmalı.