Hide Your Smiling Faces – Daniel Patrick Carbone : Şiirsel, yoğun ve dokunaklı bu film iki erkek kardeşin yaz günlerinde tanık oldukları üzerinden ölüm kavramı ile tanışmalarını anlatıyor. Carbone’un bu ilk uzun metrajlı filmi iki genç oyuncusunun doğal oyunculukları ile tatil günlerinin aylak zamanlarında ölüm gibi karanlık bir kavramla tanışan gençleri sade hikâyesi ile getiriyor karşımıza. Etkileyici bir müzik çalışması, güzel -sadece estetik açıdan değil aynı zamanda hikâye ile uyumu açısından güzel- görüntüleri ve hep aynı düzeyi tutturamamış olsa da çoğunlukla yalın, sahici ama aynı zamanda derinliği olan diyalogları ile başarılı bir film bu. Küçük ve bağımsız filmlerin gerçekçiliği yakalamayı başardıklarında seyredene nasıl dokunabildiğini de gösteren bir eser. Her şeyin “çok büyük” ve “çok korkunç” görünebildiği yaşlardaki iki çocuğun bu tecrübelerini bir de ölüm gibi sert bir kavramla yaşamalarını hikâyeyi gereksiz büyütmeden –belki bazı anlarında da yeterince güçlü olmadan- anlatan film iki kardeşin bisikletle yaptıkları kısa yolculuklar gibi: sessiz, sakin, gözlemci, alçak gönüllü bir şekilde meydan okuyan, bağımsız, ve dayanışmanın ve kardeşliğin güzelliğini sergileyen. Anlatım tarzı olarak ana akım sinemanın izinden gitmesi ve deneysellikten uzak durması ise filme en azından ilk değerlendirmede bir dezavantaj da yaratmış aslında; çünkü ana akım sinema için yeterince dramatik değil hikâye ve mizansen. Yine de sahici olan her şey gibi kesinlikle değer verilmesi gereken bir çalışma bu.
(“Gülen Yüzlerinizi Saklayın”)
The Boy Who Smells Like Fish – Analeine Cal y Mayor : Meksikalı yönetmen Mayor’un bu ilk filmi Meksika-Kanada ortak yapımı olarak çekilmiş ve doğuştan gelen tuhaf bir hastalığı olan genç bir adamı anlatıyor. Trimethylaminuria olarak bilinen ve enzimlerle ilgili bir problemden kaynaklanan hastalık ter, nefes ve idrarın balık kokusuna sahip olmasına neden olan ve tedavisi olmayan bir rahatsızlık. Yönetmen ve senaryoyu birlikte yazdığı Javier Gullón genç adamın bebekliğinden itibaren bu hastalıkla baş etmesini hafif komedisi dramına epey ağır basan ve sık sık da romantik komediye kayan bir havada getiriyor karşımıza. Oyuncu kadrosunun başarısı, bolca kullanılan şarkılar ve hafif ama popülerliğin sularında neyse ki fazla dolanmayan anlatım tarzı ile ilgi çekebilir. Kapanış jenerikleri sırasında sergilenen ve Esther Williams’ın 1940 ve 50’li yıllarda çekilen “su müzikallerine” selam gönderen sahnesi ile sinemaseverlerin ayrıca ilgisini çekebilecek olan film kahramanının tuhaf özelliğinden yola çıkıp daha sıkı ve ciddi bir yönde ilerleyebilirmiş ama bunun yerine sıcaklığa ve hafifliğe odaklanmayı tercih etmiş. Finali bir parça aceleye getirilmiş görünen ve fantezi öğesi hedeflenenin aksine sürpriz olmayan eser, hikâyenin geçtiği kahramanımızın evi başta olmak üzere set ve mekan tasarımları açısından da başarılı olan bir çalışma. Filmin sıcak havasının başarısını da teslim etmek gerek.
(“Aşk Balık Kokar”)
Giraffada – Rani Massalha : Batı Şeria’daki bir hayvanat bahçesinde görevli Filistinli bir veteriner ve oğlunun hikâyesi. Duvarın ardında ve İsrail askerlerinin tacizi altında yaşanan bir hayatın dramına dayanışma, baba-oğul ilişkisi ve zürafalar üzerinden yaklaşan bir film bu. İnsanlık dramının yaşandığı bir ortama zürafaları ekleyerek film çekici bir absürt havaya erişmiş ve özellikle finalde Batı Şeria sokaklarında yürüyen zürafanın görüntüsü gerçekten etkileyici. Ne var ki filmin genel olarak sinemasal gücünün o denli yüksek olduğu söylenemez. Fransız kadın gazeteci bir parça klişe bir karakter, hikâye özellikle sonlara doğru inandırıcılıktan zaman zaman uzaklaşıyor (gerçek ama farklı sonlanan bir hikâyeden esinlenmesine rağmen) ve sineması da sık sık Walt Disney’in aile filmlerini hatırlatıyor. Hikâye daha olgun bir senaryo ve farklı ve daha yaratıcı bir sinema dili ile başka yerlere gidebilirmiş ama film pek oralarda değil. Yine de Massalha’nın ilk yönetmenlik denemesi ile karşımıza gelen film ilgiyi hak ediyor. Doğadaki tüm hayvanlardan farklı olan zürafayı hikâyenin parçası yapması ve Filistinliler’in çağımızda yaşanması ile daha da absürt görünen dramını kafesteki bu asil hayvanı duvarın ardına hapsedilmiş bir halkın sembolü olarak başarılı bir şekilde kullanması ve sürekli üzerinize doğrultulmuş bir silahın karşısında yaşamanın ne demek olduğunu farklı bir hikâye üzerinden anlatması ile ilginç bir film bu ve adını da “giraffe” (zürafa) ile “intifada” (isyan, direniş) kelimeleri kullanılarak yapılan kelime oyunundan alıyor.
(“Zürafa”)