Lantana – Ray Lawrence (2001)

“Nefes yaşam için ne kadar önemli ise, güven de aşk için o kadar önemlidir… ve aynı derecede zor”

Farklı karakterlerin ve aralarındaki ilişkilerin bulunan bir cesetle bağlantıları üzerinden anlatılan hikâyeleri.

Andrew Bovell’ın senaryosunu kendisine ait “Speaking in Tongues” adlı tiyatro oyunundan uyarlayarak yazdığı, yönetmenliğini Ray Lawrence’ın yaptığı bir Avustralya filmi. Çoğu birbirini tanımayan farklı karakterlerin hayatlarının aslında ve kendileri farkında olmadığı hâlde kesiştiği türden bir hikâye filmin anlattığı. İlişkilerdeki bazı tesadüfler zorlama gibi görünse de, ana karakter sayısının çok olduğu hikâyeler için çok önemli olan oyuncuların takım performansı ve karakterlerin her birinin hak ettiği derinlikle ele alınması gibi önemli kriterleri karşılayan yapıt, cesedin kimliği üzerinden üretilen gerilim başta olmak üzere farklı unsurları ile merak duygusunu da uyandırmayı başarıyor. Aşk ilişkilerinin karmaşıklığını ve mutlu bir ilişkinin ezelî ve ebedî olanaksızlığını -aslında bunu amaçlıyor olmasa da- kanıtlayan film popüler sinema kalıpları içinde kalsa da ilgi ile izlenebilecek bir sinema eseri.

Filme adını veren Lantana 150 kadar farklı türü olan bir bitki türü ve bizde çalı minesi ya da ağaç minesi adı ile biliniyor. Güzel çiçekleri olan ve çok hızlı yayılan bitki yoğun ve karmaşık dal oluşumu ile de biliniyor. Filme bu adın verilmesinin nedeni -muhtemelen- ilişkilerin, evliliklerin görünüşteki cazibesinin altında asla hayli kompleks problemler (bu bitkideki ölü dal yoğunluğunu hatırlamak gerekiyor burada) barındırması olsa gerek. Bir sahnede, cesede ait bir ayakkabının bu bitki örtüsünün içinde bulunması ve burasının aynı zamanda çocukların oyun alanı olmasını da herhalde, evliliklerin çocuklara eğlence ve mutluluk sağlarken, özellikle de günümüzde yetişkinler için kaotik ve yıpratıcı bir kuruma dönüşmüş olmasına gönderme olarak düşünülebilir. Hikâyenin kritik sahnelerinin birinde kameranın bu bitkinin çiçeklerinin altındaki karmaışık yapılanmaya odaklanmasının nedeni de bu olsa gerek.

Farklı evlilikler, farklı çiftler ve farklı ilişkiler var hikâyede ve her birinin de kendine özgü farklı sorunları. Tüm bu ilişkiler ve onların taraflarının güven, ihanet, cinsel tutku, aşk gibi kavramlar üzerinden anlatılan hikâyelerinin etkileyiciliği temelde üç farklı unsur üzerine kurulmuş: Bir kısmı birbirine yabancı olan insanların hayatlarının aslında nasıl iç içe geçtiği, karakterlerin hak ettikleri detayla ve kendi hikâyeleri ile anlatılması ve özellikle de cesedin kimliğinin bir örneği olduğu farklı öğelerle yaratılan merak duygusu. Bunların tümünde de belli bir başarı yakalamış hikâye, son ikisinde daha üst düzeyde olmak üzere. Karakterler arasındaki bağların tek tek olabilirliğinde bir sıkıntı yok temel olarak; ama bu bağlantıların tümünün bir arada olması ve adeta hikâye çok küçük bir yerde geçiyormuş gibi bazılarının zorlama tesadüfler üzerine kurulması hikâyenin gücünü azaltıyor açıkçası. Evet, tüm bu bağlantılar kayda değer bir ilginçlik ve çekicilik katıyor seyrettiğimiz öyküye ama bu tadı alabilmeniz için, gerçekçiliği o kadar da dert etmemeniz gerekiyor. Hikâyenin daha başarılı olduğu alanı ise, karakterlerini yeterince tanımamızı sağlayabilmesi ve bir insan olarak duyguları ve eylemleri ile karşımıza çıkarabilmesi. Her birinin kendine has hikâyesi, arayışları ve sorunları var ve film -doğal olarak- bazılarını daha öne çıkarsa da, tümüne hak ettikleri özenle yaklaşıyor ve kişiliklerini gösterme olanağı tanıyor. Benzer bir başarı da gizem ve merak duygusunun canlı tutulması sayesinde yakalanmış. Cesedin kimliği yeterince uzun bir süre gizli tutulurken, bu kimlik belli olduğunda merak öğesi olarak “katil”in kimliğini kullanmaya geçiyor senaryo akıllı bir şekilde.

Finali ile oldukça gerçekçi bir kapanış yapan film tüm karakterlerinin -mutluluk bağlamında- farklı akıbetlerini de göstererek doğru bir seçim yapıyor inandırıcılık açısından. Sondaki dans sahnesi hem karakterlerden birinin daha önce dans derslerindeki sıkılmışlığı ile vurgulanan mutsuzluğuna gönderme olması hem de partnerinin göz göze gelmeyi seçip seçmeyeceği ile ince bir düşüncenin ürünü olmuş. Bir oyundan uyarlandığını hiç hissettirmeyen ve asla teatral bir hava yaratmayan film bu kapanışa kadar da seyirciyi elinde tutmayı başarıyor beğeniyi hak eden bir şekilde. Dürtüler kişileri tam aksi yöne sürüklerken, onların buna ne kadar direnebileceği üzerinden ilerliyor hikâye ve yeterince güçlü olmasa da, bu direnişin gerekliliğini de sorgulatıyor bize.

Evlilikler ve farklı/aynı cinsler arasındaki diğer ilişkiler hakkında yeni bir şey söylemek zor, belki de imkânsız bu konuya eğilen ve tarih boyunca üretilen bunca eseri düşünürseniz. Ray Lawrence’ın filmi de yeni bir şeyler söyle(ye)miyor ama söylediklerini derli toplu ve profesyonelce anlatmayı biliyor ve bunu yaparken de oyuncu kadrosundan sağlam bir destek alıyor. Senaryo Anthony LaPaglia’ya ağırlık verdiği için onun performansı daha öne çıkıyor gibi olsa da, oyuncuların tümü karakterlerini sağlam bir gerçekçilikle getiriyorlar önümüze onun gibi ve tam bir takım oyunu çıkarıyorlar. İkinci yarısında zaman zaman bir polisiye diziyi çağrıştırmasının rahatsız etmemesinde de onların çok önemli birer payı var. “Akademisyenle polisin dertleşmesi” gibi içeriği açısından güçlü ama gerçekçiliği tartışmalı olan sahnelerine ve arada bir parça fazla ölçülüp biçilmiş havasına bürünmesine rağmen hikâyesi ve kadrosu ile ilgiyi hak eden bir film.