A Funny Thing Happened on the Way to the Forum – Richard Lester (1966)

A Funny Thing Happened On The Way To The Forum“Öyle güzel bir çehresi, öyle temiz bir kalbi var ki! Efendim, eğer kadın olarak doğsaydınız, onun gibi olurdunuz”

Roma İmparatorluğu döneminde, özgürlüğünü kazanabilmenin karşılığında genç sahibini aşık olduğu kadına kavuşturmaya çalışan bir kölenin hikâyesi.

Antik Roma döneminin komedya yazarı Titus Maccius Plautus’un oyunlarından esinlenen bir sahne müzikalinin sinema uyarlaması. Prestijli Tony ödülünü kazanan, Burt Shevelove ve Larry Gelbart tarafından yazılan hikâyesine Stephen Sondheim’ın şarkılarının eşlik ettiği sahne müzikalinin bu sinema uyarlamasının senaryosu Melvin Frank ve Michael Pertwee’ye ait, yönetmenliği ise Richard Lester üstlenmiş. Türünü fars olarak nitelendirebileceğimiz filmin hikâyesi temel olarak yanlış anlamalar, saklanan kimlikler vs. üzerinden ilerliyor ve temposunu bir an bile kaybetmeden dolu dizgin anlatıyor anlatacağını. Bu süratli anlatım bir yandan filmi dinamik kılarkan ve seyircinin bir an bile hikâyeden kopmamasını sağlarken, öte yandan komedinin de zaman zaman idrak edilememesine yol açacak kadar ivme kazanıyor. Başta köleyi oynayan Zero Mostel ve kölebaşını canlandıran Jack Gilford olmak üzere tüm oyuncuların bu sürate başarılı bir şekilde uyum gösterdiği ve bugünün seyircisi için belki biraz dozu kaçmış bir abartıya başvurduğu film Hollywood’un klasik dönemlerinden ilgiyi hak eden bir eğlencelik.

Filmimize kaynaklık eden müzikal adını vodvil oyuncularının bir hikâye anlatmaya başladıklarında kullandıkları giriş cümlesinden (“Tiyatroya gelirken yolda komik bir şey oldu”) alıyor ve bize komedisini başta sona korumaya çalışan ve bunu her zaman yeterince olmasa da genellikle başaran bir hikâye anlatıyor. Müzikalde yer alan şarkıların bir kısmı filmde kullanılmamış ve açıkçası birkaçı dışında filmin komedisine sağlam bir katkıda da bulunmuyor kullanılanlar. Aslında pek çok şarkı sahnesine rağmen, filmin müzikal yanının komedi yanının hayli gölgesinde kaldığını ve daha çok arada şarkıların yer aldığı bir komedi havası taşıdığını söylemek gerekiyor karşımıza çıkanın. Şarkıların bir müzikaldekinin aksine her zaman hikâyeyi anlatmanın bir parçası olmaması ve bundan da daha önemli olmak üzere, nerede ise kesintisiz diyalog kullanımının ve komedisinin fiziksel yanının sık sık öne çıkmasının etkisi olmuş bu sonuçta. Filmin müzikal açıdan bu tercihte bulunması belki kimileri için bir olumsuz puan olabilir ama bu açıdan bir sorun yok ortada aslında. Hatta filmin şarkıları kullanımı bazen sıkı bir komedinin de kaynağı olmuş: Örneğin “Lovely” adlı şarkının önce genç sahip ve aşık olduğu “bakire cariye”nin düeti, ilerleyen bir bölümde ise köle ile kölebaşı arasında bir düet olarak sergilenmesi eğlenceli bir tercih kesinlikle.

Sahnede de aynı rolleri canlandıran Zero Mostel ve Jack Gilford’un oyunculukları diğer oyuncuların da eşlik ettiği ve fiziksel yanın sıklıkla öne çıktığı eğlenceli bir havayı getiriyorlar karşımıza. Burada, yönetmen Richard Lester’ın favori oyuncularından olan Michael Crawford’un hemen hiç dublör kullanmadan canlandırdığı sahnelerdeki cesaretini de atlamamak gerekiyor. Crawford onlarca basamağı olan bir merdivenden aşağıya sıkı bir düşüş sergiliyor hayli eğlenceli bir sahnede ve karakterinin “şapşal aşık” halini seyirci için kesinlikle filmin eğlenceli öğelerinden biri yapmayı başarıyor. Onun diğerleri ile kıyaslandığında nerede ise “minimal” bir oyunculuk sergilediği bile söylenebilir çünkü diğer tüm oyuncular, başta Mostel olmak üzere mimiklerini fazlası ile kullanan bir performans sergiliyorlar. Öyle ki Mostel’in mimiklerinin, yıllar sonra çekilen filmlerinde zaman zaman hayli abartılı olabilen Zeki Alasya tarafından tekrarlandığını rahatça söyleyebilirsiniz. Bunun da aslında olumsuz bir durum olmayabileceğini, aksine filmin genel havasına gayet uygun olduğunu da söylemek mümkün öte yandan. Ve tüm bu oyuncuların yanında sinemanın “gülmeyen komedyeni” Buster Keaton da var filmde. Sanatçı kanserle boğuştuğu sırada oynadığı, sinemadaki bu son filminde kendisini göstermeyi başarıyor o geniş kadro içinde.

Tüm karakterlerin bir oyunun peşinde koştuğu, her birinin kendi zaaflarının neden olduğu tuzaklara düştüğü, kimliklerin karıştığı, yanlış anlaşılmaların nefes aldırmayacak bir yoğunlukla üst üste geldiği hikâye bazen “karmaşık” görünebilir ama aslında filmin amaçladığı tam da bu sanki: Komedinin tadını seyircinin de tıpkı karakterler gibi kafası karıştıkça daha iyi aldığı bir film çünkü bu. Eğlenceli ama bir parça “kaba” komedisi olan kimi sahneleri (cariyelerin müşteriye tanıtıldığı sahne örneğin veya komutanın şehre girişi bölümü), eğlenceli kimi esprileri veya abartının rahatsız etmeden eğlendirdiği anları (iksir için “at teri” peşinde koşan gencin sonunda bir atı hamama götürmesi gibi) için de ilgiyi hak eden bir film karşımızdaki. Kapanış jeneriğindeki “sinek istilası”nın esprisini merak edenler için bunun filmin çekim sürecinde yaşanan bir sıkıntıya gönderme olduğunu söyleyelim bir not olarak. Filmdeki bir sahnede bizim de tanık olduğumuz gibi, sinekler İspanya’da hayli sıcak bir havada devam eden çekimlerde setteki meyve ve sebzelerin çürümesinin etkisi ile, çekim yapanları sık sık sıkıntıya sokmuş ve Richard Williams imzalı kapanış jeneriğindeki animasyonun konusu olmuşlar buna gönderme olarak.

Görüntü yönetmenliğini sonraların ünlü yönetmeni Nicolas Roeg’in üstlendiği, gerçekçi set tasarımları ile dikkat çeken, Ken Thorne’un müzik çalışması ile Oscar kazandığı bu enerji dolu film yönetmen Richard Lester’ın en parlak işlerinden biri değil kuşkusuz. Onun kimi kamera oyunları ve kurgu tercihleri de her zaman pek şık durmuyor açıkçası ama tüm bunlar filmden keyif almaya ve örneğin “Everybody Should Have A Maid” şarkısının yarattığı “erotik” havanın tadını çıkarmaya engel olmamalı.

(“Aptallar Şehri”)

The Knack … and How to Get It – Richard Lester (1965)

“Daha büyük bir yatak almamın faydası olur mu?”

60’ların değişen İngiltere’sinden dört gencin cinsellikle ilgili arayışlarının hikâyesi.

60’lar İngiliz sinemasından çok parlak bir örnek. 1965’te Cannes Festivalinde Altın Palmiye kazanan film o günden bu yana tazeliğini, parlaklığını ve gençliğini hiç yitirmemiş gibi görünüyor. O yılların özgür ruhundan epeyce nasiplenmiş olan film mizanseni, senaryosu, diyalogları, kurgusu ve oyunculukları ile bir tüy gibi hafif ama seyredeni de havalandıran bir çalışma.

Film cinsellikten kuşak çatışmasına, modadan muhafazâkarlığa pek çok alana serbest stilde uçup duruyor ve bir yandan sorgular ve sorgulatırken, diğer yandan epeyce güldürüyor. Genel havası ve anlatım tarzı açısından bakıldığında sanki bir İngiliz filminden çok Fransız Yeni Dalga akımından bir eser seyrediyor gibi oluyorsunuz. Baş karakterlerden Colin rolündeki Michael Crawford adeta bir Truffaut filmindeki Antoine Doinel karakteri. Diğer oyuncular da (Nancy rolünde Rita Tushingham, Tolen rolünde Ray Brooks ve Tom rolünde Donald Donnely) tıpkı Crawford gibi, bir oyundan uyarlanan bu filmde konuşuyor, koşuyor, atlıyor, zıplıyor ve sürekli hareketlilik halinde ve nefis diyaloglar ile filmi çok başarılı bir noktaya taşıyorlar. Bir oyundan uyarlanmasına rağmen, hikâyeye başarı ile yedirilmiş dış mekan sahneleri, toplumun “mahalle baskısı” olarak sık sık karşımıza gelen dış ses kullanımı ve slapstick/parodi/burlesk esintili sahneleri ile çok keyifli ve “genç” bir komedi olan film hiçbir şekilde tiyatro havası taşımazken, tek bir mekanda geçen bol diyaloglu sahnelerinde bile sürekli patlayan enerjisi ile alıp sürüklüyor seyredeni.

Tümü ile oldukça eğlenceli olan film bazı anlarında ise seyredeni deyim yerinde ise koparıyor. Motosikletle kovalamaca sahnesi ve yatağın alınması/taşınması bölümü fiziksel komedi özellikleri ile, “tecavüze uğradım” bölümü ve bir kadınla evi paylaşma fikrini sorgulama/anlama/sindirme bölümü ise diyalogları ve oyunculukları ile filmin zirve noktalarından sadece birkaçı. John Barry’nin müziği de caz ve “yeni dalga” esintileri ile filmin eğlencesine katkıda bulunuyor. Zaman zaman stilize bir anlatıma giden ama bunu yönetmenin kendini göstermek için giriştiği teknik oyunlar olarak değil, senaryonun karşılığı olan anlatım tarzı olarak karşımıza getiren bu film eğlenceli havasını kapanış jeneriklerinde de sürdürmeyi başaran parlak bir sinema örneği.

Bu muzip film, kırk beş yıl sonra bile bir filmin nasıl hâlâ genç kalabildiğine hayret etmek, dört başarılı oyuncuyu alkışlamak, eğlenmek ve özgür/serbest bir stilin nasıl aynı zamanda kalıcı bir esere kaynak olabildiğini görmek için mutlaka seyredilmeli.

(“Erkekler Arasında”)

The Bed Sitting Room – Richard Lester (1969)

bedsittingroom

“Düşman kimdi? En ufak bir fikrim yok”

 

Nükleer savaş sonrası İngiltere’de hayat. 3-4 yıl önce meydana gelmiş bir nükleer savaş sonrasında sağ kalan bir avuç insanın hayatı sürdürmesini anlatan film tipik İngiliz mizah öğelerini ve İngiliz komedi ve sinemasının pek çok ismini bir araya getiren fantastik bir çalışma. Hayatta kalan insanların papağana, mobilyaya veya hatta filme ismi de veren yatak oturma odasına dönüşmesi gibi fantastik boyutları olan film bir yandan da diyalogları, davranış özellikleri ve ironisi ile normal bir hayatı anlatıyor gibi.

 

3. dünya savaşının sonucunda oluşan bir hayatı resimleyen film Büyük Britanya’nın tekrar dünyanın bir numaralı nükleer gücü olduğu müjdesi ile sona eriyor. Filmde bunun gibi pek çok ironi var ve bir tiyatro oyunundan uyarlanmasına ve bunun getirebileceği sıkıntıyı aşmak için özel bir çaba göstermemesine rağmen, karakterler ve bu karakterleri canlandıran oyuncuların bir fantastik filmde değil de herhangi bir tipi İngiliz komedisinde oynuyor gibi hareket etmeleri filmi rahat izlenir kılıyor.

 

Hemen tüm sahneleri nükleer savaş sonrası bir dünyanın gri ve kirli renkleri ile geçen film sadece sonunda yeşili ve diğer renkleri sunuyor bize ama o sahne de yukarıda bahsettiğim müjde ile sona eriyor. Tüm savaşın barış antlaşması dahil 2 dakika 28 saniye sürdüğü bir felaketi buna uygun bir ironi ile anlatan film tüm espri gücünü diyaloglara yüklemiş ve bir iki fiziksel komedi sahnesi dışında bu gücü çok da etkileyici değil. O zaman zaman fazla İngiliz olan filmlerden ama yine de Rita Tushingham, Dudley Moore ve Ralph Richardson’ın da aralarında olduğu İngiliz oyunculuk geleneğinin usta temsilcilerini bir arada görmek, nükleer üzerine düşünmek için seyre değer. Kameranın arkasında Superman’e başkasının katamayacağı dozda mizahı da eklemiş olan ve özellikle İngiltere döneminde pek çok başarılı filme imza atan Richard Lester var. Evet bir “The Knack…” değil ama yine de bir Richard Lester filmi sonuçta. 68 ruhundan da izler taşıyan ve bunu da özellikle diğer tüm karakterlerin aksine genç çifte (Rita Tushingham ve Richard Warwick) sempati ile yaklaşarak gösteren ve kült olma fırsatını ıskalamış bir film.

(“Oturma Yatak Odası”)