Eye of the Needle – Richard Marquand (1981)

“Tedbirli bir adam, dikkatli bir hayat. Zaten bugünlerde başka nasıl hayatta kalabilirsiniz ki?”

İkinci Dünya Savaşı’nda müttefik kuvvetlerin büyük çıkarmayı nereden yapacağının bilgisini Hitler’e ulaştırmaya çalışan bir Alman casusun ve fırtınada sığındığı bir evdeki İngiliz ailenin hikâyesi.

Kelimenin tam anlamı ile eski usul ve seyri belki tam da bu nedenle hayli keyifli bir film. Ken Follet’in aynı adlı romanından uyarlanan film, senarist Stanley Mann’in uyarlaması ve İngiliz yönetmen Richard Marquand’in yönetimi ile aksiyonu ihmal etmeyen ama ön plana da çıkarmayan, karakterlerin elle tutulur derecede derinlikli işlendiği ve heyecanını hiç yitirmeyen bir çalışma olmayı başarıyor.

1940 yılında geçen ve karakterlerini kısaca ama akıllı bir şekilde tanıtan karelerle başlayan film asıl olarak 1944’de anlatıyor hikâyesini. Müttefiklerin Normandiya’dan çıkarma yapacağının delili olan fotoğrafları Hitler’e ulaştırmaya çalışan Alman casusun hikâyesini Marquand dozunda tuttuğu bir enerji ve casusluğa odaklı yanına asla zarar vermeyip aksine o yanını daha da zenginleştiren bir aşk ve tutkuyu da katarak anlatmayı başarmış filminde. Alman casusu oynayan Donald Sutherland, sığındığı evdeki kadını canlandıran Kate Nelligan ve kötürüm kocası rolündeki Christopher Cazanove üstlerini düşeni fazlası ile yapmışlar hikâye boyunca. Onların başarısına usta isim Alan Hume’un görüntüleri ve bol Oscar’lı Miklós Rózsa’nın klasik sinemanın esintilerini keyifle taşıyan müzikleri de ekleniyor ve ortaya gerçekten sıkı bir film çıkıyor.

Hiç aksamıyor görünen senaryonun iki ufak kusuru var. İlk yarısında casusun hikâyesine fazlası ile odaklanan film bu hikâyeyi aileninki ile biraz geç birleştiriyor açıkçası ve bu da hikayenin ikinci yarısına uyumu bir parça zorlaştırıyor. İkinci olarak kimi ikili mücadele sahneleri dramatik etkiyi artırmak amacı ile olsa gerek bir parça uzatılmış. Ne var ki bu kusurlar gerçekten filme zarar vermeyen boyuttalar ve seyir keyfini eksiltmiyorlar. Finalin zaman zaman “Shining –Cinnet” filmini hatırlatması ve arka planda kendisini hafif de olsa hissettiren bir İngiliz kahramanlık hikâyesi havası da filmin kalitesini düşürmüyor açıkçası. İkinci Dünya Savaşı’nın ve aslında tüm insanlığın kaderinin tek bir insanın, kadının elinde olması da gerçekçiliği bir yana hikâyenin macera havasına gayet uygun ve rahatsız etmiyor. Bir casusluk hikâyesine yalnızlık ve tutkuyu ustalıkla karıştırabilen ve bunu oyuncularının çarpıcı performanslarının da katkısı ile çekici kılabilen bir film için bu kusurlar elbette önemli değil. Gerilim duygusunun hiç eksik olmadığı bir atmosferi kurabilmesi ile yönetmen Marquand’ı Hitchcock’a yaklaştırarak da dikkat çeken film bir başyapıt değil kuşkusuz. Sonuçta bir başyapıt olabilmek için bir parça fazla alçak gönüllü bir havası var ve defalarca izleyeceğiniz bir eser değil karşımızdaki ama bu durum filmden keyif almaya asla engel olmamalı. Sutherland’in casus karakterinin profesyonel acımasızlığı ama bir yandan da sevgiyi arayışı, kadının her anlamda tatminsizlikle dolu hayatına giren yabancıya karşı hissettiği tutku ve sonrasında yaşadığı hayal kırıklığı ve kötürüm kocanın uzun zaman sonra belki de kendisini ilk kez “anlamlı” hissettiği bir mücadelenin içine girmesi filmi kesinlikle ilgiye değer kılıyor. Baştaki giriş bölümünden sonra, özellikle koca ile yabancının yüzleşmesi ile doruğa çıkan gerilim ve yüksek sinema duygusu belki finale aynı kalitede taşınamıyor ama ne olursa olsun Richard Marquand’ın becerisini takdir etmek gerekiyor. Klasik bir dille anlatılmış, iyi oynanmış bu heyecanlı macera filmi Marquand’in sadece yedi filmden oluşan sinema yönetmenliği kariyerinin de en iyi örneği.

(“İğne Deliği”)

Jagged Edge – Richard Marquand (1985)

“Onun suçsuz olduğunu beynin mi söylüyor yoksa başka bir yerin mi?”

Zengin karısını öldürmekle suçlanan bir adamı savunan bir kadın avukatın hikâyesi.

1987’de kırk dokuz yaşında ölen Galli yönetmen Richard Marquand’ın sondan bir önceki filmi. Özellikle “Flashdance” ve “Basic Instict” filmleri ile tanınan Joe Eszterhas’ın senaryosunu yazdığı filmin hikâyesi tıpkı bu filmlerden ikincisi gibi bir “Kim Yaptı?” hikâyesi ve şüpheliye aşık olan bu kez bir polis değil avukat. Finaline kadar katilin kim olduğunu hissettirmemeye çalışan ve bunu bir ölçüde de başaran hikâye Glenn Close’un performansı ile de dikkat çekiyor ama 1980’lere damgasını vuran Amerikan Yeni Sağının Hollywood’taki esintilerinden taşıdığı izlerle de eleştiriye hayli açık yanlar taşıyan bir çalışmakta olmaktan kurtulamıyor.

1960 ve 70’li yıllarda Amerikan toplumundaki liberalleşme ve bunun muhafazakâr toplumun değerlerini sarsmasına tepki olarak ortaya çıkan Yeni Sağ iktidarının ve bu iktidarın yürütücüsü Ronald Reagan’ın damgasını bastığı yeni düzenin Hollywood’a da yansıması kaçınılmazdı şüphesiz. Buradaki yansımanın karşılıklı olduğunu ve sinemanın bu yeni düzenden hem etkilendiğini hem de yeni düzeni beslediğini söylemek gerek. İşte bu yeni düzende “aileye dönüş” veya liberal dönemdeki “kadın özgürlüğü” hareketinin “olumsuz” sonuçları Hollywood’un gözde konularından biri olmuştu. Bu filmde hikâye doğrudan bunu öne sürmüyor ama karakterlerin ve genel olarak hikâyenin kurgusu eleştirel bir gözle ele alındığında karşımızdaki filmin de dönemin bu genel eğilimine uyduğu rahatça söylenebilir. Close’un kadın avukat karakteri geçmişte savcılık yapan ve o dönemde kendisinin de alet olduğu yasadışı bir uygulama sonucu masum bir adamın cezalandırılmasına ve sonucunda intihar etmesine neden olmuş ve bu olaydan sonra ceza davalarına bakmamaya karar vermiş. Bu arada eşinden boşanmış ve iki çocuğu (elbette biri kız biri erkek, ideal çekirdek aile örneği olarak) ile yaşıyor. Hikâyenin çizdiği eski koca karakteri ise tam bir melek. Çocukları ile ilgili, eski karısına hâlâ aşık ve onun bir kutlamayı eski sevgilisi ile rahatça yapabilmesi için çocukları evden alıp götüren bir adam. Çizilen bu resimle hikâye doğrudan söylemese de evliliği bitirenin kadın olduğunu ima ediyor. Üstelik bu kadın yoğun iş temposunda çocuklarını sık sık ihmal etmek durumunda kalan bir karakterken, adam her daim şefkat ve sevgi göstermeye hazır. Kadının yeni sevgilisi ile olan ilişkisinin onu bir kez daha vahim bir yanlışa sürükleyip sürüklemediği de hikâyenin temel gerilim noktası ve kuşkusuz bu tercih de yine “yoldan çıkmış” bir kadının başına gelenleri anlatma derdinin parçası gibi.

Hollywood’un bu tür polisiyeleri anlatırken olayı hep zengin çevrelerde geçirmesi ve hikâyeye bir para unsuru katması alışıldık bir durum elbette. Yoksullar arasında yaşananlarda suçlunun kimliği çekici bir konu olamaz bu anlayışa göre. İşte bu zenginler arasında geçen hikâyede, kadın ile müvekkili arasında biraz fazla hızlı gelişen aşk inandırıcılıkta sıkıntı yaşarken yönetmen Marquand, Eszterhas’ın senaryosundan yola çıkarak kimi klişe karakterleri de karşımıza getiriyor; sadık olmayan kadınları dışarıda bekleyen en büyük tehlikenin sembolü olan yakışıklı ve tehlikeli bir jigolo, dürüst olmadığı şuhluğu ve aşırı makyajı ile vurgulanan ve filmde ilk görünen yanı bacakları olan bir kadın. Bunun dışında hikâye daktiloyu biraz fazla vurgulayarak sonradan önem kazanacak bir detayı atlamamamız için aldığı tedbiri fazla açık ediyor. Tüm bunlar bir yana bırakılırsa, Marquand’ın filmini seyredilir, arzu ettiği ölçüde olmasa da heyecan verici ve merak uyandırıcı kılmayı başardığı söylenebilir. Önemli bir kısmı mahkeme salonunda geçen bir filmi sürükleyici kılabilmesi de Marquand’ın başarılarından biri olarak gösterilebilir. Burada Glenn Close’un başarılı oyununu ve karakterinin pişmanlık, tereddüt, mutluluk ve korku arasında gidip gelen ruh halini çok etkileyici olmasa da yeterli bir biçimde yansıtmasını da anmak gerek. Marquand onun oyununun da yardımı ile hikâyenin gerilimini adım adım tırmandırıyor ve filmini türün meraklıları için çekici kılmayı başarıyor.

Kapıldığı korku dolu tereddüt ile sevgilisinin evinden kendi evine kaçan ve yaşadığı cinselliğin sonucu olan “kirlenmişliğini” duşun altında gidermeye çalışan kadın sahnesinin de örneği olduğu Yeni Sağ bakışı bir yana bırakılırsa, sinema tarihi açısından önemi ve kalıcılığı olmayan ama yine de seyredilebilir bir film özet olarak.

(“Bıçak Sırtı”)