Ten Seconds to Hell – Robert Aldrich (1959)

“Evlerine dönen bu altı adamı, savaşın enkazından yeni ve kalıcı bir barışın temelini atmak gibi çok büyük bir güçlük bekliyordu”

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Berlin’de, patlamamış durumda duran bombaları etkisiz hâle getirmek için çalışan altı Alman askerinin hikâyesi.

Senaryosunu Lawrence P. Bachmann’ın “The Phoenix” adlı romanından uyarlayarak Robert Aldrich ve Teddi Sherman’ın yazdığı ve Aldrich’in yönettiği bir film. Yapımcı şirketin kendisinin onayını almadan filmin yarım saatlik bölümünü kesmesi nedeni ile adını jenerikte yer alan yapımcı listesinden çıkaran Aldrich’in bu çalışması, muhtemelen bu müdahelenin de etkisi ile bir parça ham veya yarım kalmışlık havası taşıyan bir eser. Bu önemli problemine rağmen, Aldrich’in başarılı yönetmenlik çalışması, iki başrol oyuncusunun (Jack Palance ve Jeff Chandler) klasik tarzdaki oyunculuklarının etkileyiciliği ve zaman zaman gereksiz öğeler ile dağılsa da heyecanı ve gerilimi ile ilgiyi hak eden bir film olmayı başaran bir sinema eseri bu.

Savaş sırasında da aynı işi yapan altı Alman askerinin Berlin sokaklarında patlamamış halde duran bombaları imha ederken yaşadıklarını anlatıyor film bize. Altı asker kendi aralarında üç aylığına bir anlaşma yaparlar; buna göre bu süre boyunca maaşlarının yarısını ortak bir havuzda tutacaklar ve üç ayın sonunda bu hayli tehlikeli işten sağ kurtulmayı başaranlar havuzda biriken parayı kendi aralarında paylaşacaklar. Altı askerden ikisi lider konumunda ama biri doğal, diğeri ise hırsı ile öne çıkan ve hikâyenin “kötü karakter”i olduğunu kısa sürede anlayacağımız bir şekilde sert ve istekli bir biçimde üstleniyor bu rollerini. Tahmin edileceği gibi bombalar askerleri birer birer yok ederken, hikâye bu iki lider karakter arasındaki çatışma ve bir kadının da karıştığı rekabetleri üzerinden ilerliyor. Palance ve Chandler’ın hikâyeye yakışan ve bir parça gösterişli ve klasik üslupları ile hayat verdiği iki karakterin hikâyesi temel olarak ilgi çekici kesinlikle ama film sık sık aksıyor, bu ilginçliği tam başarılı denecek bir düzeye taşımaya çalışırken. Öncelikle baştaki ve sondaki anlatıcı ses, adeta göstermek yerine anlatmayı tercih eden bir hava veriyor filme ve bu da sanki bir yarım bırakılmışlık hissi doğuruyor. Aldrich’in itrazına rağmen filmin yarım saatlik bölümünün kesilmesinin bunda bir payı var mıdır bilmiyorum ama rahatsız edici bir durum bu. Telaşla hastaneye koşuşturan karakterleri gördüğümüz bir sahnenin aynı karakterlerin oradan geriye dönüşlerine bağlanması ve arada ne olup bittiğini göremememiz bir kurgu hatasından çok, hikâyenin bu bölümünün kesildiği hissini uyandırıyor, bir başka örnek vermek gerekirse. Ortada bomba imha etmenin gerilimi ve bu işte çalışan iki lider karakterli insanın çatışması varken, aralarındaki rekabete bir romantizm rekabetinin katılması da pek doğru bir seçim olmuş gibi görünmüyor. Ne iki yaralı gönül arasındaki romantizmin kendisi ne de bu sıcak duyguların oluşum hızı inandırıcı olabiliyor yeterince. Yine de bu romantizmin taraflarından biri olan kadının hikâyesi -hak ettiği kadar zaman ayrılmamış olsa da- filme bir çekicilik katıyor kesinlikle.

Altı ay önce on kişi olarak başladıkları işi yeni görevlerinde altı kişi olarak sürdüren ekibin iki ana karakteri dışında kalanların başlarına ne geleceğini sinemanın geleneklerine aşina olan herkesin tahmin edebileceği açık ve bunu dikkate alarak farklı bir şeyler denemeye çalışmaması da filmin lehine olmamış. Filmin bu ve yukarıdaki kusurlarını her zaman olmasa da örten ise Robert Aldrich’in yalın ve titiz yönetmenlik çalışması olmuş. Bomba imha sahneleri başta olmak üzere, detayları atlamayan, gerilimi hep ayakta tutan ve karakterlerin tedirginliğini belli eden kamera açıları ile çalışan Aldrich, filme o eski ustaların tadını getirmeyi başarmış. Giriştiği teknik oyunlar da hep dozunda ve sahnenin ruhuna çok uygun. Örneğin, Jack Palance’ın karakterinin, Martine Carol’un oynadığı ve savaşta bir düşman askeri ile aşk yaşaması nedeni ile şimdi Berlin’de yaşamak zorunda kalan Fransız kadınla arasındaki bir sahnede aynadaki görüntüleri ustaca kullanıyor yönetmen. Savaşın bitiminden on dört yıl sonra çekilen ve savaşın izlerini fazlası ile taşıyan Berlin’in doğal bir dekor oluşturduğu filmin final sahnesinin bir parça aceleye getirilmiş gibi görünmesi ve yine finalde anlatıcının ağzından duyduğumuz zorlama “kahramanlık” ifadeleri gibi sorunları da olan filmde, Jack Palance ve Jeff Chandler adeta aynı insanın iyi ve kötü yüzlerini canlandıracak şekilde birbiri ile bütünleşmiş görünen çok çekici performanslar sunuyorlar ve filmin temel çekicilik kaynaklarından biri oluyorlar. Alçakgönüllü yapısı içinde dramatik olmayı sık sık başaran, yalınlığı ile dikkat çeken ve Avrupa’nın (ve aslında tüm bir dünyanın) henüz kurtulduğu bir kurumsal kötülüğün nerede ise sembolü olan çekici bir kötü adamın varlığı ile ilgi toplayan filmde altı Alman askerini de A.B.D.’li ve İngiliz oyuncuların canlandırmasını ise “Hollywood normali” diyerek geçiştirmek gerekiyor.

(“Cehennem Kapısı”)

(Visited 143 times, 3 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir