“İyi bir adamsın; kardeşin de iyi bir adam. Seni temin ederim ki başka iyi adamlar da var. Umalım ki iyi adamların gücü, harekete geçirilen bu korkunç şeyi alt etmek çin yeterli olsun”
Dünyayı bir nükleer savaşın eşiğine getiren “Küba Füze Krizi” sırasında ABD yönetiminde yaşananların hikâyesi.
Ernest May ve Philip D. Zelikow’un “The Kennedy Tapes: Inside the White House During the Cuban Missile Crisis” adlı kitabından David Self’in sinemaya uyarladığı ve Roger Donaldson tarafından yönetilen, ABD yapımı bir politik gerilim filmi. Pek çok tarihçinin dünyanın nükleer bir savaşın eşiğine en çok yaklaştığı zaman olarak değerlendirdiği on üç günü anlatan film hikâyesinin gereği olarak hemen hep ABD tarafında neler olduğunu anlatıyor bize ve Sovyetler’in tarafında neler olduğunu ya da oralarda ne düşünülüp ne planlandığını Amerikalı yetkililerinin bilgisi veya tahminleri üzerinden öğrenebiliyoruz sadece. Donaldson çoğunlukla kapalı mekanlarda geçen hikâyesini -üstelik sonunun ne olacağının bilinmesine rağmen- heyecanı hemen hep diri tutmayı başararak anlatıyor. Filmde duyduğumuz diyalogların çoğu John Kennedy’nin toplantılarını sesli olarak kayda alması nedeni ile gerçek (ya da gerçeğe çok yakın) ve bu da filmin ilginçliğini artırıyor şüphesiz. Tempo hemen hiç düşmüyor ve dünyanın kaderinin bazen (belki de aslında her zaman) bir tek kişinin iki dudağı arasında olduğunu sürekli olarak hissettiriyor size film. Başkanın özel asistanı rolündeki ve başroldeki Kevin Costner’ın vasat oyunculuğuna (ve zamanında ABD’de alay konusu olan Boston aksanı taklidine) rağmen oyuncu kadrosu, konuşmaların nerede ise kesintisiz devam ettiği bu filmin dinamik görünmesine ciddi katkı sağlarken, Conrad Buff’ın kurgusu ve Trevor Jones’un müziği dikkat çekiyor. Ne var ki bu bir Hollywood filmi sonuçta: Öyle olunca hikâyeye -herhalde fazla “erkeksi” görünmemesi için- gereksiz aile sahneleri eklemekten “Peki bu kriz neden başladı ki?” gibi çok temel bir sorunun gerçek cevabını vermeye hiç yanaşmamaya kadar pek çok problem de yerlerini almış filmde ve Donaldson’un kimi mizansen tercihleri de ABD sivil yönetimini kutsayarak -“ufak” eleştirileri ihmal etmeden elbette- bu kusurlara olumsuz anlamda bir katkı sağlamış.
Film ABD casus uçaklarının keşif uçuşları sırasında SSCB’nin Küba topraklarına nükleer başlıklı füzeler yerleştirdiğini tespit etmesi ile başlıyor ve iki ülke arasında tüm dünyayı felaketin eşiğine kadar getiren on üç gün boyunca Beyaz saray’da neler yaşandığına tanık oluyoruz. Askerler ile sivil yönetim arasındaki anlaşmazlıklar, “şahin”lerle “güvercin”lerin çekişmesi, bürokratik oyunlar, medya ve yönetim arasındaki ilişkiler vs. hikâye boyunca karşımıza gelirken, Roger Donaldson hikâyenin taşıdığı gerilim potansiyelini çok iyi değerlendiriyor ve ne olacağını (aslında olmayacağını) bilseniz de Beyaz Saray’da aralıksız süren toplantılarda her konuşulanı ilgi ve merak ile takip etmenizi sağlıyor. Doğal olarak hayli güç bir iş seyircide aslında sonunu bildiği bir konuda merak uyandırmak ama bunu hakkı ile başarıyor film. Seyircinin ilgisini ne olacağına değil, nasıl olacağına yönlendirmek güç bir iş ama hemen hiç aksamıyor film bu alanda. Tempo her zaman yerli yerinde ve fikirlerin, politikaların ve ideolojilerin çatışmasından sıkı bir gerilim çıkarmayı başarıyor hikâye. Sayısı fazla olmayan aksiyon sahnelerinde de benzer bir başarısı var filmin; abartılı efektlere başvurmayan sadelikleri ile etkileyici olabiliyor tüm bu sahneler.
Her ne kadar fani insanlar olarak onların da kararsızlıkları, korkuları ve hatta yanlışları olabilir diyorsa da film, hikâyenin Kennedy kardeşlere (Başkan John Kennedy ve dönemin başsavcısı ve ağabeyinin sağ kolu Robert Kennedy) duyulan bir hayranlık ile oluşturulduğu açık. Bunu Donaldson’un kimi kamera tercihleri de destekliyor: Bir sahnede iki kardeşi ve başkanın özel asistanını adeta kötüğün üzerine yürüyen üç kahraman gibi alttan çekimle gösteriyor kamerası ile örneğin. Açıkçası bu, niyetini gereğinden fazla belli eden kamera açısı filme hiç yakışmamış. Kennedy’nin yerinde bir Cumhuriyetçi başkan olsaydı belki de çok daha farklı (ve kötü) bir şekilde sonuçlanabilecek bir krizi yönetmeyi başaran kişilerden söz ediyoruz ama karşı tarafın nerede ise hiç görünmediği bir olayı anlatırken bir sinema eserinin başvurması doğru olmayan bir tercih bu. Hikâyenin, krizin nasıl çözüldüğüne yaklaşımında değil ama asıl olarak krizin nasıl başladığına yaklaşımında ise ciddi bir sorun var. Sadece 1 yıl önce ABD’nin desteklediği silahlı grupların Küba’yı işgal etme girişiminden ve Sovyetler’i Küba’ya davet edenin Castro olduğundan hiç söz etmiyor hikâye ve Küba füze krizinden önce ABD’nin İtalya ve Türkiye’ye yerleştirdiği füzelerin Sovyet topraklarını tehdit etmesi anılmıyor bile. Krizin çözümünde Amerika’nın verdiği tavizleri (Küba’yı asla işgal etmeme taahhüdü ve Türkiye’deki füzeleri geri çekme sözü) hikâyede sıklıkla anmak, bunların aslında krizin ana nedenlerinden biri olduğu gerçeğini dile getirmekten çok farklı bir davranış; sonuçta Hollywod bu, neyi ne kadar uygun görürse o kadar anlatır her zaman. Başta filmde anlatıldığının ve kamuoyuna yansıtıldığının aksine ABD’nin füzelerden daha önceden haber olduğu iddiası olmak üzere, filmi adı üzerinden giderek “on üç yalan” söylemekle eleştiren bir makale de (http://www.latinamericanstudies.org/cold-war/13-lies.htm ve http://www.latinamericanstudies.org/cold-war/13-liesP2.htm) filmin hikâyesinin gerçeklere ne kadar yakın olduğu konusunda bir fikir verebilir meraklısına.
Klasik bir sinema dili ile anlatılan filmde Kevin Costner’ın karakterinin, hikâyede adeta ana karakter oymuş ve her şey onun gözünden anlatılıyormuş gibi öne çıkarılmış olması hayli yanlış bir seçim olmuş. Bu nedenle de filme girmiş görünen “güzel Amerikan ailesi” sahneleri hikâyeyi uzatmaktan başka bir işe yaramazken, Costner’ın filmin üç yapımcısından biri olması bu konuda bir ipucu verebilir bize! Oyunculuk performansı açısından, Robert Kennedy’yi oynayan Steven Culp ve John Kennedy rolündeki Bruce Greenwood’ın öne çıktığı ve Costner dışındaki tüm ana oyuncuların rollerinin hakkını verdiği filmin klasik bir Amerikan sineması örneği olarak başkan Kennedy’i idealleştirirken, en azından Sovyetler’i şeytanlaştırmamış olmasını da olumlu noktalar arasına eklemek gerekiyor. Sonuç olarak, iyi çekilmiş ve oynanmış bu film dünya tarihinin kritik bir anını anlatması ile önemli ve ilgiyi hak eden bir çalışma.
(“Yakın Tehlike”)