1937 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Fransız yazar Roger Martin du Gard’ın bir romanı. 1922 ile 1940 yılları arasında yayımlanan sekiz ciltlik dev romanı “Les Thibault – Thibault’lar” ile “ırmak-roman” türünün en çarpıcı örneklerinden birini üreten yazar, on dokuzuncu yüzyılın doğalcılık ve gerçekçilik akımından izler taşıyan yaklaşımı ile de bilinen bir isim. Orijinal adı “Vieille France – Eski Fransa” olan roman İngilizce olarak ve bizde “Postacı” adı ile yayımlanmış. Kitabın orijinal adı aslında çok daha doğru bir tanımla, anlatılanın bir toplumun (dönemin taşra Fransa’sını temsil eden bir köy denebilir) hikâyesini okuyacağımızı söylerken, Postacı ismi sanki daha çok bir karakterin hikâyesine tanık olacağımızı söylüyor bize. Oysa her ne kadar ön planda olan postacı karakteri olsa da roman temel olarak -girişteki kısa ama doyurucu tanıtım yazısında da belirtildiği gibi- “Fransız köy hayatının hayli sert ve hayli insafsız bir tablosu”nu anlatıyor okuyucuya. Dünya savaşlarının birincisi ile ikincisi arasındaki bir tarihte bir köyün bir gününü anlatıyor roman bize; daha doğru bir ifade ile söylemek gerekirse, postacının bir günü boyunca köyün karakterlerini birer birer tanıtırken, onların üzerinden köyün/toplumun sert ve insafsız olduğu kadar karamsar da olan bir portresini çiziyor.
On iki yıldır hiç değişmeyen bir rutin içinde köyün postacılığını üstlenen Joigneau’nun bir gün boyunca posta dağıtımı sırasında karşılaştığı karakterleri bildiğimiz/alıştığımız bir olay örgüsü içinde ele almamış Roger Martin du Gard. Bunun yerine her bir karakteri doyurucu bir şekilde tanıtıyor ve aralarındaki ilişkileri sergiliyor sadece. Roman boyunca birtakım planlara tanık oluyor ve doğal okuyucu refleksi gereği olarak buradan bir olay örgüsü bekliyorsunuz ama yazarın niyeti o değil. Du Gard olabilecekleri okuyucuya bırakıyor ve bir bakıma hedefi açısından çok da doğru yapıyor: Yazarın derdi aldatmalar, doyumsuzluklar, rüşvet, ensest ilişkiler, baştan çıkarmalar, taassup, çıkar kavgaları, entrikalar ve benzeri tüm olumsuzluklarla bir toplum resmi çizmek daha çok. Biten bir savaşın yıkımının izlerini de taşıyan, ufuktaki ve henüz bilmedikleri bir savaşın trajedisine doğru ilerleyen bir toplumun hayli kötümser bir resmi bu ve yazar postacı ile birlikte köy içinde dolaşırken bize ardı ardına umutsuz portreler gösteriyor. Romanın sonunda bile, bir olumlu resim ile bitirecek gibi yaparken ters köşeye yatırıyor okuyucuyu son cümlesi ile.
Roman karakterlerinden birinin “… kendi yalnızlığını, köyün hayatını, halini ve insan tabiatındaki hayvan tarafını düşündü: “Dünya niçin böyle? Bu, gerçekten toplumun kusuru mu?” Ve kendi kendine o kadar sık sorduğu soru, onu, gene kavradı: “Yoksa bu, İNSAN’ın kusuru mu?” cümleleri ile ifade eden sorgulamasını okuyana da yaşatan ve ilgiyi hak eden bir roman bu, özet olarak.
(“Vieille France”)