J’Accuse – Roman Polanski (2019)

“Suçum ne, biliyor musun? Onurumuzu korumanın, körü körüne bağlılıktan daha önemli olduğuna inanmam”

Casusluk yaptığı gerekçesi ile rütbeleri sökülen ve hapse atılan Fransız subayı Alfred Dreyfus’un davası üzerinde çalışan Picquart adındaki subayın araştırmalarının hikâyesi.

İngiliz yazar Robert Harris’in, arkadaşı Roman Polanski’nin Dreyfus davasına olan ilgisinden esinlenerek yazdığı “An Officer and a Spy” adlı romandan uyarlanan senaryosunu yine Harris’in yazdığı, yönetmenliğini Polanski’nin yaptığı, Fransa ve İtalya ortak yapımı bir film. Sessiz dönemden başlayarak daha önce de sinemanın ilgi alanına giren Dreyfus davasını konu edinen şimdilik bu son film Venedik’te Jüri Ödülü’nün yanında sinema yazarlarının verdiği FIPRESCI ödülünü de kazanmıştı. Hikâyenin asıl kahramanını değil, onun davasındaki yargılamanın âdilliğinden kuşkuya düşen Picquart’ı ön plana çıkaran film sade bir dil ile eski klasiklerin havasını seçmeyi tercih eden ve güvenli sularda kalarak -olumsuz anlamda- bir parça şaşırtan bir yapıt. Önyargıların, öteki olarak görülene karşı yürütülen linç kampanyalarının ve “devletin çıkarları” uğruna yok edilen bireysel yaşamların kurbanı olan karakterlerden birinin hikâyesi etrafında dönen film özelikle bir özdeşleşmeden uzak durma çabası, geniş kitlelerin nasıl kolayca manipüle edilebileceğini göstermesi ve Polanski’nin yılların tecrübesi ile hikâyesini hiç aksamadan anlatabilmesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

5 Ocak 1895 tarihinde açılıyor film. Arka planda Eyfel Kulesi’nin göründüğü çok büyük bir kışlanın avlusundaki bir “rütbe sökme” törenini izliyoruz. Kılıcından, rütbelerinden ve rütbesini gösteren tüm sembollerden arındırılan subayın adı Dreyfus’tur ve şöyle haykırmaktadır töreni avludan izleyen rütbeli ve rütbesiz yüzlerce askere ve avlunun dışından aleyhinde tezahürat yapan halka: “Asker! Bir masumun rütbesi sökülüyor. Bir masumun onuru kirletiliyor. Yaşasın Fransa, yaşasın ordu!”. Dreyfus Yahudidir ve politik mahkûmların gönderildiği Fransız Guyanası’na bağlı Şeytan Adası’ndaki bir cezaevinde çekecektir cezasını. Polanski’nin filmi Dreyfus’u gösteren bu sahne ile açılsa da, hikâyenin asıl baş karakteri olarak, onun askerî akademide hocası olan ve askerî istihbarat örgütünün başına geçirilen Picquart’ı seçiyor ve onun Dreyfus davasının adalet kurallarına uygun olarak yürütüldüğü konusundaki kuşkularının üzerine gitmesini anlatıyor. Filmin Fransızca orijinal ismine adını veren “J’Accuse” başlıklı ünlü açık mektubu üzerinden -pek de doyurucu olmayan bir biçimde- Zola’yı ve diğer başka tarihî kişilikleri de bünyesine katan senaryo, duygusal zorlamalara ve ajitasyonlara başvurmaması ile takdiri hak etse de, bir yandan da zaman zaman bir ansiklopedi kuruluğuna bürünmüyor da değil.

Belki de filmin hikâyesi açısından en önemli eksikliği dönemin politik ve toplumsal koşullarının oluşturduğu arkaplanla pek ilgilenmemesi ve Dreyfus’a “Yahudileri sevmediğini ama bunun onlara haksızlık yapacağı anlamına da asla gelmeyeceğini” söyleyen Picquart’ın bu sözleri ile somut karşılıklarından birini bulan Yahudi karşıtlığını öne çıkarması sadece. Film de aslında Dreyfus’tan çok Picquart’ın hikâyesi olarak ilerliyor ve öyle ki onun özel hayatındakiler Dreyfus’un kendisinden daha çok geliyor karşımıza. Kötü işleyen ve / veya çarpıtılan adelet mekanizmalarının güçlülerin elinde ve masumların aleyhine nasıl ölümcül bir silaha dönüşebileceğinin örneklerinden biri olan bu davanın kurbanının değil, gerçeğin peşine düşeninin öne çıkarılmasında temel olarak bir sakınca yok elbette; ama tıpkı filmin adı Zola’nın mektubunun başlığı olsa da odak noktasının bu mektup değil, Picquart’ın “dedektiflik” çalışması olması ve Zola’nın kendisinin de öylesine görünüp kayboluvermesi gibi senaryo tam olarak ne anlatacağını çok iyi seçememiş gibi görünüyor.

Sahte veya savunmanın görmesine izin verilmeyen delliler, âdil yürütülmeyen duruşmalar, tek hedefi suçlu olduğuna önceden karar verilmiş olanları cezalandırmak olan davalar ve bu davalara önyargıları ile destek olan kamuoyu… tüm bunlar ülkemiz için hiç de yeni şeyler değil kuşkusuz; bu bakımdan hikâye bizim için ayrıca önem taşıyor ve Polanski bu bir parça kuru görünen hikâyeyi tecrübesi ile ilgi çekici kılmayı başarıyor. Örneğin Dreyfus’un mahkûm edildiği davada kritik bir rol üstlenmiş olan bir el yazısı uzmanının çalıştığı yerde bir adamın kafatasını ölçerken görülmesi, yaşananlarda kurbanın Yahudi olmasının taşıdığı kritik önemi ima eden önemli bir sahne. Çok daha çarpıcı bir örnek ise, ordunun üst düzey generalleri duruşma salonuna girerken kalabalık bir kitlenin onları alkışlarla ve “Yahudilere ölüm” (Burada Yahudi sözcüğü yerine egemen güçlerin ve onların manipüle ettiği kitlelerin nefret nesnesi olan başkalarını da koyabilirsiniz rahatlıkla) sloganları ile karşıladığı sahne. Benzeri başka örnekler de var filmde ve geri dönüşlerde bir parça yorgun görünen bir dili olsa da, Polanski filmini ilgi ile seyrettirmeyi başarıyor bu sahneler sayesinde.

1977’de on üç yaşındaki bir kız çocuğuna uyuşturucu vererek tecavüz etmekle suçlandığı ABD’ye giremeyen ve hatta kendisini arandığı ABD’ye iade edebilecek ülkelerden de uzak duran Polanski’nin konuşmalarında kendi hikâyesini (ve yargılanmasını) Dreyfus’unki ile özdeşleştirmesi ise oldukça benmerkezci bir davranış elbette. #MeToo hareketinin de etkisi ile Polanski filmin festival gösterimlerinde ve tanıtımlarında çeşitli protestolarla karşılaşmıştı. Örneğin, Venedik’te jüri başkanı Lucrecia Martel filmin ödül alması durumunda yönetmeni kutlamayacağını söylemişti. Picquart rolündeki Jean Dujardin’in karakterini karizmasının da yardımı ile ilgi çekici kıldığı film, bu antisemitik adamın adaleti sağlamak için verdiği uğraşı abartmadan destekleyen bir şekilde anlatmasının da gösterdiği gibi, Dreyfus dahil hiçbir karakteri özellikle sevilmeyi hak eden bir şekilde resmetmiyor. Dramatik etkilerin peşinde koşmayan film Picquart ve Dreyfus’un son kez görüştükleri sahnede yalın bir şekilde yansıtılan ve adaletin çoğunlukla hayal kırıklığı yarattığı bir sistemin profilini çıkarması ile önemli bir yapıt kuşkusuz. Polanski’nin kendi kişisel hikâyesini bu yapıt üzerinden aklamaya girişmesinin yanlışlığı ve eleştiriyi hak etmesi bir yana, film günümüzde ne yazık ki hâlâ geçerli olan bir adaletsizliği hatırlatıyor bize. Daha güçlü ve yaratıcı bir Polanski yapıtı bekleyenleri tatmin etmeyecektir ama yine de izlenmesi gereken bir eser bu.

(“An Officer and a Spy” – “Subay ve Casus”)

Le Locataire – Roman Polanski (1976)

“Önceki kiracı kendini bu pencereden attı. Düştüğü yeri hâlâ görebilirsiniz, bakın”

Paris’te kiraladığı apartman dairesinde tuhaf olaylarla karşılaşan bir adamın gerçeklerle paranoyalarının birbirine karıştığı hikâyesi.

Çok yönlü Fransız sanatçı Roland Topor’un 1964 tarihli “Le Locataire Chimérique” adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Roman Polanski ve Gérard Brach’ın yazdığı ve yönetmenliğini Polanski’nin yaptığı bir Fransa yapımı. Yönetmenin “Apartman Üçlemesi” olarak bilinen üç filminden biri olan çalışma psikolojik korku olarak sınıflandırılabilecek bir yapıt ve biraz ezik bir adamın karşılaştığı tuhaflıkların paranoyaları ile birleşmesi sonucu oluşan ruhsal yükün altında ezilmesini anlatıyor. Üçlemenin 1965 yılında çekilen “Repulsion” (Tiksinti) ve 1968 tarihli “Rosemary’s Baby” (Rosemary’nin Bebeği) adlı önceki filmleri gibi bir apartman dairesinde sıkışıp kalan bir karakteri anlatan bu film, zamanında ülkesi Fransa’da seyircinin ilgisine belli ölçüde sahip olsa da, özellikle Amerikalı eleştirmenler tarafından genellikle soğuk karşılanmıştı. Bugün zamanla kült olan filmlerden birine dönüşen ve başrolünde yine Polanski’nin yer aldığı eser farklı ve ilginç temaları, Ingmar Bergman’la yaptığı çalışmalarla bilinen Sven Nkyvist’in özenli ve ilginç görüntüleri, çekici ve başarılı oyuncu kadrosu, parodinin kıyısına kadar yaklaşıp doğru noktada durabilmesi ve ilginç kahramanı ile kesinlikle çekici bir sinema yapıtı.

Polanski’nin başta bir parça yadırgatan ama hikâye ilerledikçe o karakter için en doğrusu gibi görünen bir tarzla canlandırdığı Trelkovsky (Polonya asıllı bir Fransız vatandaşı) adlı genç bir adamın yaşadıklarını anlatıyor film. Büyükçe bir apartmanın dışını ve özellikle pencerelerini kesintisiz çekimle tarayan kameranın gösterdikleri ile açılıyor film. Philippe Sarde’ın hikâyenin melodik karşılığı olarak nitelendirilebilecek başarılı ve ürkütücü müziğinin eşlik ettiği jenerik boyunca süren bu hareketi sırasında kamera, bazı pencerelerdeki yüzleri de yakalıyor ve apartmanın avlusuna giren Trelkovsky’i göstererek sona eriyor. Polanski’nin kısa boyunun daha da silik ve çekingen görünmesine neden olduğu genç adam apartmandaki eşyalı dairelerden birini kiralamak istemektedir. Dairede hâlâ özel eşyaları olan önceki kiracı, kapıcı kadının bir kahkaha ile tamamladığı cümlesinde dile getirdiği üzere pencereden atmıştır kendisini ve hastanede komada yatmaktadır. Bu kahkaha Trelkovsky’nin karşılaşacağı ilk tuhaflıktır ve kendisi de hastanede yatan genç kadını ziyaret ederek kendi tuhaf eylemlerinin de ilkini gerçekleştirecektir. Bundan sonrası, genç kadının ölümü üzerine boşta kalan daireyi kiralayabilen adamın komşuları ile yaşadığı sorunlarla birlikte dengesini yitirmeye başlaması sonucu yaşananların hikâyesi olarak geliyor karşımıza.

Trelkovsky’nin fiziksel açıdan narin ve zayıf görünmesi ve her ne kadar Fransız vatandaşlığı almış olsa da soyadının hemen eleverdiği yabancı kökeni hikâye açısından çok doğru bir seçim olmuş. Karakterin hikâye boyunca gördüğümüz çeşitli ilişkilerine rağmen aslında tüm bu sosyal ilişkilerinde açık veya üzeri örtülü sorunların hep kendisini göstermesi, bu yüzden genç adamın aslında hep yalnız olması ve apartmandaki tüm komşularından, alt katında oturan ev sahibinden ve kapıcıdan gördüğüne inandığı düşmanlık onun içinde yaşadığı toplumun (apartman, iş ortamı veya daha genel olarak tüm bir toplum) dışında kaldığının göstergeleri oluyor. Bu açıdan değerlendirince, “yabancı olmak” ve “yabancı düşmanlığı” hikâyenin temalarından biri olarak görülebilir. Gittikçe artan bir şekilde, film genç adamın hem dışarıdan hem kendi içinden gelen baskılara karşı kendisini ezilmiş ve küçülmüş hissetmesini anlatıyor ki bu da onun çift taraflı bir saldırının altında olmasının sonucu.

Genç adamın “Beni Simone Choule (intihar eden eski kiracı) olmaya zorluyorlar” sözleri ile ifade ettiği ile değişimin (daha doğrusu, dönüşümün) bastırılmış güdülerinin sonucu olduğu açık. Trelkovsky’nin kadınlarla olan ilişkilerinin cinselliğe uzan(a)maması (hikâye ustaca belirsiz bıraktığı belirsizliği burada da kullanıyor ve bu sonuçsuzluğu adamın sızmasına bağlıyor), kıyafet değişimleri, makyajı ve özellikle ayna karşısındaki sahnesi onun içinden gelen ve hep bastırmış göründüğü hislerini kanıtlarken, finaldeki trajik olayın iki kez ve inatla tekrarlanması ve adamın o sıradaki görünümü ilgili eylemin hedefinin bedende gizlenen asıl kimliği öldürme isteği olduğunu gösteriyor. Adamın komşuları ile yaşadığı tuhaflıkları kimseye anlatamaması Kafkaesk bir hava yaratırken, filmin baş karakterinin apartman dairesindeki yalnızlığı ve sıkışıp kalmışlığı da dikkat çekiyor.

Polanski’nin oyunculuğuna da yansıyan bir tuhaf (hoş bir tuhaflık bu) mizahı da var filmin o korku ve gerilim hikâyesinin arkasında. Örneğin Trelkovsky’nin, “sanat öğrencisine yardım eder misiniz?” diyerek kendisinden para dilenen adamla olan sahnesi ve sonrası bu mizahın hoş bir örneği. Bu sahnenin sonunda adamın sanki ayakkabısına bir şey bulaşmış ve onu temizlemek istermiş gibi ayağını sürterek yürümesi ve yeni tanıştığı genç kadını bir Bruce Lee filmine götürmesi hoş anlar yaratıyor seyirci için. Bu mizahın, Polanski’nin karakterinin ezikliğini iyi yansıtan oyununun da yardımı ile onun -etrafındakilerin aksine- sosyal başarısızlığını gösteren sahneleri zenginleştirdiği açık. O evindeki gürültü nedeni ile komşuları ile sorun yaşarken, bir arkadaşı kendi evinde hiç kimseyi umursamadan oldukla gürültülü bir hayat sürdürmekte, yeni tanıştığı bir başkası ise Trelkovsky’ninkinin aksine oldukça gösterişli bir evde rahat bir yaşam sürmektedir.

Genel olarak bakıldığında film gördüklerimizin, daha doğrusu Trelkovsky’nin gözünden gördüklerimizin bir paranoyanın sonucu olduğunu söylüyor ama yine de belirsiz bırakıyor bazı unsurları. Örneğin duvardaki bir deliğe gizlenmiş olan diş için bir mantıklı açıklama veriliyor ama öte yandan bu açıklama o dişin bir çocuğa ait olamayacak kadar büyük olması ile çelişiyor. Adamın içmek istediği marka sigarayı bulamayıp eski kiracının içtiğini kullanmak zorunda kalması bir tesadüf olabileceği gibi, adama oynanan bir oyunun parçası da olabilir örneğin. Bir başka örnek olarak da evin soyulması ve ev sahibinin adamın polise gitmesine engel olmak için dile getirdiği mazeret gösterilebilir. Aslında filmi iki türlü de izlemek mümkün: Tüm yaşananların sadece bir paranoyanın sonucu olduğuna inanmak veya hikâyenin bir adamın yaşadıklarının tuhaflığına olan inancında yalnız kalması ve bu yüzden dengesini kaybettiğini anlattığını düşünmek.

Sven Nkyvist’in görsel çalışması ve Polanski’nin görsel tercihlerinin bir korku / gerilim / gizem hikâyesinin çağrıştırdığı ayrıksı kamera hareketlerinden ve çerçevelemelerden uzak durması ilginç ve doğru bir seçim olmuş. Doğru; çünkü bir parodinin kıyısına kadar gelen bir film için abartılı yanları olan bir görsellik hikâyenin ciddiyetine zarar verebilirdi. Bunun yerine sadece birkaç sahnede kamera alışılmışın dışına çıkıyor ve Trelkovsky’nin klostrofobisini, şaşkınlıklarını ve hissettiği iç ve dış baskının altında ezilip kalmasını çok iyi yansıtan karelerle soğukkanlı bile denebilecek bir şekilde kullanılıyor çoğunlukla.

Polanski’ye kariyerinin henüz ilk yıllarında olan Isabelle Adjani’nin yanında Shelley Winters, Melyvn Douglas ve Jo Van Fleet gibi Amerikan sinemasının sağlam oyuncuları ve Lila Kedrova, Bernard Fresson ve Rufus gibi yine tanınmış Fransız oyuncular eşlik ediyor filmde. Tüm karakterlerin Fransız olduğu ve Paris’te geçen bir hikâyede üç ünlü Amerikalı oyuncunun olmasının nedeni fillmin İngilizce çekilmiş olması olsa gerek. Oyuncular oldukça iyi performanslar sunuyorlar ama örneğin Adjani’nin İngilizce konuşuyor olması sanki dublaj yapılmış bir film seyrettiğiniz havası yaratıyor ki bu da filme zarar veriyor biraz. Ayrıca hikâyenin ikinci yarısında ve özellikle finale doğru kendisini bağışlatsa da filmin yeterince gerilimli olmadığını söylemek gerekiyor. Gösterime girdiğinde, “gerilimi olmayan gerilim filmi” gibi hayli abartılı bir ifade ile eleştirenle olmuş olsa da, hikâyenin bu konuda eksiği olduğu açık. Yine de adeta içeri doğru sürekli helezonlar içerek kendi içine kapanan bir anlatımı ve kahramanı olan film sağlam psikolojik içeriği, Polanski’nin kendisinin de bir yabancı olması nedeni ile filmin kimlik problemi nedeni ile aslında hayli kişisel olması ve canavarı kendisi olan bir insanı güçlü bir biçimde karşımıza çıkarabilmesi ile kesinlikle önemli ve ilginç bir çalışma.

(“The Tenant” – “Kiracı”)

The Ghost Writer – Roman Polanski (2010)

“Hayalet yazarlar utanç kaynağıdır, düğüne gelen metresler gibi”

Eski bir İngiltere başbakanının hayat hikâyesini yazması için tutulan yazarın keşfettiği sırlardan sona başına gelenlerin hikâyesi.

İngiliz yazar Robert Harris’in romanından uyarlanan film politik gerilim türünde ve Roman Polanski’nin ustalıklı yönetimi ile etkisini hissettirdiği hayli keyifli bir çalışma. Para karşılığında başkasının yerine ve onun imzası ile çıkacak kitapları yazan kişilere verilen bir isim “hayalet yazar”. Başta ünlülerin “otobiyografileri” olmak üzere hayli yaygın bir uygulama bu ve tarafların biri belki de kendi adı ile yayınlayacağı kitaplardan kazanamayacağı parayı kazanırken diğer taraf ise yaygın ününü destekleyen bir eserin yaratıcısı olarak görünmenin keyfini sürüyor. Bu yöntemin ahlâki yanının eleştirilemeyeceği durumlar da var elbette. Yazması yasaklanmış veya kara listeye alınmış yazarların eserlerini başkalarının isimleri altında yayınlamak zorunda kaldıkları durumlar gibi.

Açılış jeneriği olmadan başlayan, kapanış jeneriğinde filmin yaratıcılarını sade ve çarpıcı bir tasarımla beyaz bir kağıt üzerinde daktilo yazılar biçiminde listeleyen filmde kahramanımız kendisinden önce aynı işe soyunan yazarın gizemli ölümü ile yarıda bıraktığı eserini tamamlamaya soyunuyor. Karşımızdaki film hem politik dokundurmaları olan hem de aksiyonun değil atmosferin ağır bastığı havası ile dikkat çeken hikâyesini tıkır tıkır işleyen bir senaryo eşliğinde aktaran bir çalışma. Politikacılar, istihbarat teşkilatları, silah şirketleri ve genel olarak üst düzey politikacıların arkasındaki gizli gerçekler üzerine derdi olan hikâye sondaki sürprizi ile de dikkat çekiyor. Belki bu sürprizin veya filmin genel olarak tümünün Polanski’nin özellikle ilk dönem filmlerinde keyifle tanık olduğumuz vurucu yanı bir parça eksik ama yine de yönetmen yılların ustalığını senaryoya hak ettiği şekilde katmış ve ortaya çıkan film ilgiyi hiç kaybetmeyeceğiniz ve gereksiz gürültülerden arındırılmış hali ile zaman zaman saf sinema duygusununu da özellikle hissetirecek bir havaya sahip olmuş. Son dönem sinemasında kötü bir eğilim olarak ortaya çıkan ve bizde de özellikle büyük bütçeli filmlerde sıkça karşımıza çıkmaya başlayan “marka yerleştirmesi” örnekleri rahatsız edebilir seyrederken ama bunu sineye çekip izlemek gerek filmi. Polanski’nin filmdeki en büyük ustalığı hikâye tam olarak nasıl bir mizansen anlayışı gerektiriyorsa onu sunması. Deniz kenarındaki çekimler, açılışta sahibi ortalıkta görünmeyen feribottaki araba sahnesi veya kahramanımızın bir İngiliz profesör ile evinde sohbet ettiği bölümde yönetmen kamerayı değil hikâyeyi öne çıkarıyor ve tüm filmin deyim yerinde ise yağ gibi akmasını sağlıyor. Yönetmenin bize tüm gösterdiklerinin tümü olması gerekenler ve ne bir eksik ne bir fazla sahne var filmde. Buna Ewan McGergor ve Pierce Brosnan’ın aksamayan oyununu ve özellikle Olivia Williams’ın sağlam performasını da katınca ortaya iddiasız gibi görünen ama katıksız bir sinema keyfini yaşatan bir film çıkıyor. Oyunculuk deyince Kim Cattrall’ı ayırmak gerekiyor. Sanatçı “Sex and the City” dizisindeki her an soyunup yatağa girebilecek tarzındaki oyunculuğunu aynen taşımış buraya ve bu da göründüğü sahnelerde filmin havasını olumsuz etkilemesine neden oluyor.

Güçlü görselliği ve ellili/altmışlı yılların gerilim filmlerindekilere benzer başarılı müziği ile film bir ustanın elinden çıktığını her hali ile belli eden, hemen hemen pürüzsüz ve klasik sinema örneklerini çağrıştıran bir çalışma. Çok büyük şeyler vaat etmiyor belki ama zorlama yaratıcılıklar peşinde koşmadan ve seyircinin gözünü boyamaya yönelik içi boş gürültülerden uzak durarak da sinemanın hâlâ neler verebileceğinin keyifli bir örneğini oluşturuyor. Şık final sahnesi ile de kendine yakışan bir kapanış yapan film özetle başarılı bir gerilim çalışması olarak Polanski’nin parlak filmografisindeki yerini alıyor.

(“Hayalet Yazar”)