Le Locataire – Roman Polanski (1976)

“Önceki kiracı kendini bu pencereden attı. Düştüğü yeri hâlâ görebilirsiniz, bakın”

Paris’te kiraladığı apartman dairesinde tuhaf olaylarla karşılaşan bir adamın gerçeklerle paranoyalarının birbirine karıştığı hikâyesi.

Çok yönlü Fransız sanatçı Roland Topor’un 1964 tarihli “Le Locataire Chimérique” adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Roman Polanski ve Gérard Brach’ın yazdığı ve yönetmenliğini Polanski’nin yaptığı bir Fransa yapımı. Yönetmenin “Apartman Üçlemesi” olarak bilinen üç filminden biri olan çalışma psikolojik korku olarak sınıflandırılabilecek bir yapıt ve biraz ezik bir adamın karşılaştığı tuhaflıkların paranoyaları ile birleşmesi sonucu oluşan ruhsal yükün altında ezilmesini anlatıyor. Üçlemenin 1965 yılında çekilen “Repulsion” (Tiksinti) ve 1968 tarihli “Rosemary’s Baby” (Rosemary’nin Bebeği) adlı önceki filmleri gibi bir apartman dairesinde sıkışıp kalan bir karakteri anlatan bu film, zamanında ülkesi Fransa’da seyircinin ilgisine belli ölçüde sahip olsa da, özellikle Amerikalı eleştirmenler tarafından genellikle soğuk karşılanmıştı. Bugün zamanla kült olan filmlerden birine dönüşen ve başrolünde yine Polanski’nin yer aldığı eser farklı ve ilginç temaları, Ingmar Bergman’la yaptığı çalışmalarla bilinen Sven Nkyvist’in özenli ve ilginç görüntüleri, çekici ve başarılı oyuncu kadrosu, parodinin kıyısına kadar yaklaşıp doğru noktada durabilmesi ve ilginç kahramanı ile kesinlikle çekici bir sinema yapıtı.

Polanski’nin başta bir parça yadırgatan ama hikâye ilerledikçe o karakter için en doğrusu gibi görünen bir tarzla canlandırdığı Trelkovsky (Polonya asıllı bir Fransız vatandaşı) adlı genç bir adamın yaşadıklarını anlatıyor film. Büyükçe bir apartmanın dışını ve özellikle pencerelerini kesintisiz çekimle tarayan kameranın gösterdikleri ile açılıyor film. Philippe Sarde’ın hikâyenin melodik karşılığı olarak nitelendirilebilecek başarılı ve ürkütücü müziğinin eşlik ettiği jenerik boyunca süren bu hareketi sırasında kamera, bazı pencerelerdeki yüzleri de yakalıyor ve apartmanın avlusuna giren Trelkovsky’i göstererek sona eriyor. Polanski’nin kısa boyunun daha da silik ve çekingen görünmesine neden olduğu genç adam apartmandaki eşyalı dairelerden birini kiralamak istemektedir. Dairede hâlâ özel eşyaları olan önceki kiracı, kapıcı kadının bir kahkaha ile tamamladığı cümlesinde dile getirdiği üzere pencereden atmıştır kendisini ve hastanede komada yatmaktadır. Bu kahkaha Trelkovsky’nin karşılaşacağı ilk tuhaflıktır ve kendisi de hastanede yatan genç kadını ziyaret ederek kendi tuhaf eylemlerinin de ilkini gerçekleştirecektir. Bundan sonrası, genç kadının ölümü üzerine boşta kalan daireyi kiralayabilen adamın komşuları ile yaşadığı sorunlarla birlikte dengesini yitirmeye başlaması sonucu yaşananların hikâyesi olarak geliyor karşımıza.

Trelkovsky’nin fiziksel açıdan narin ve zayıf görünmesi ve her ne kadar Fransız vatandaşlığı almış olsa da soyadının hemen eleverdiği yabancı kökeni hikâye açısından çok doğru bir seçim olmuş. Karakterin hikâye boyunca gördüğümüz çeşitli ilişkilerine rağmen aslında tüm bu sosyal ilişkilerinde açık veya üzeri örtülü sorunların hep kendisini göstermesi, bu yüzden genç adamın aslında hep yalnız olması ve apartmandaki tüm komşularından, alt katında oturan ev sahibinden ve kapıcıdan gördüğüne inandığı düşmanlık onun içinde yaşadığı toplumun (apartman, iş ortamı veya daha genel olarak tüm bir toplum) dışında kaldığının göstergeleri oluyor. Bu açıdan değerlendirince, “yabancı olmak” ve “yabancı düşmanlığı” hikâyenin temalarından biri olarak görülebilir. Gittikçe artan bir şekilde, film genç adamın hem dışarıdan hem kendi içinden gelen baskılara karşı kendisini ezilmiş ve küçülmüş hissetmesini anlatıyor ki bu da onun çift taraflı bir saldırının altında olmasının sonucu.

Genç adamın “Beni Simone Choule (intihar eden eski kiracı) olmaya zorluyorlar” sözleri ile ifade ettiği ile değişimin (daha doğrusu, dönüşümün) bastırılmış güdülerinin sonucu olduğu açık. Trelkovsky’nin kadınlarla olan ilişkilerinin cinselliğe uzan(a)maması (hikâye ustaca belirsiz bıraktığı belirsizliği burada da kullanıyor ve bu sonuçsuzluğu adamın sızmasına bağlıyor), kıyafet değişimleri, makyajı ve özellikle ayna karşısındaki sahnesi onun içinden gelen ve hep bastırmış göründüğü hislerini kanıtlarken, finaldeki trajik olayın iki kez ve inatla tekrarlanması ve adamın o sıradaki görünümü ilgili eylemin hedefinin bedende gizlenen asıl kimliği öldürme isteği olduğunu gösteriyor. Adamın komşuları ile yaşadığı tuhaflıkları kimseye anlatamaması Kafkaesk bir hava yaratırken, filmin baş karakterinin apartman dairesindeki yalnızlığı ve sıkışıp kalmışlığı da dikkat çekiyor.

Polanski’nin oyunculuğuna da yansıyan bir tuhaf (hoş bir tuhaflık bu) mizahı da var filmin o korku ve gerilim hikâyesinin arkasında. Örneğin Trelkovsky’nin, “sanat öğrencisine yardım eder misiniz?” diyerek kendisinden para dilenen adamla olan sahnesi ve sonrası bu mizahın hoş bir örneği. Bu sahnenin sonunda adamın sanki ayakkabısına bir şey bulaşmış ve onu temizlemek istermiş gibi ayağını sürterek yürümesi ve yeni tanıştığı genç kadını bir Bruce Lee filmine götürmesi hoş anlar yaratıyor seyirci için. Bu mizahın, Polanski’nin karakterinin ezikliğini iyi yansıtan oyununun da yardımı ile onun -etrafındakilerin aksine- sosyal başarısızlığını gösteren sahneleri zenginleştirdiği açık. O evindeki gürültü nedeni ile komşuları ile sorun yaşarken, bir arkadaşı kendi evinde hiç kimseyi umursamadan oldukla gürültülü bir hayat sürdürmekte, yeni tanıştığı bir başkası ise Trelkovsky’ninkinin aksine oldukça gösterişli bir evde rahat bir yaşam sürmektedir.

Genel olarak bakıldığında film gördüklerimizin, daha doğrusu Trelkovsky’nin gözünden gördüklerimizin bir paranoyanın sonucu olduğunu söylüyor ama yine de belirsiz bırakıyor bazı unsurları. Örneğin duvardaki bir deliğe gizlenmiş olan diş için bir mantıklı açıklama veriliyor ama öte yandan bu açıklama o dişin bir çocuğa ait olamayacak kadar büyük olması ile çelişiyor. Adamın içmek istediği marka sigarayı bulamayıp eski kiracının içtiğini kullanmak zorunda kalması bir tesadüf olabileceği gibi, adama oynanan bir oyunun parçası da olabilir örneğin. Bir başka örnek olarak da evin soyulması ve ev sahibinin adamın polise gitmesine engel olmak için dile getirdiği mazeret gösterilebilir. Aslında filmi iki türlü de izlemek mümkün: Tüm yaşananların sadece bir paranoyanın sonucu olduğuna inanmak veya hikâyenin bir adamın yaşadıklarının tuhaflığına olan inancında yalnız kalması ve bu yüzden dengesini kaybettiğini anlattığını düşünmek.

Sven Nkyvist’in görsel çalışması ve Polanski’nin görsel tercihlerinin bir korku / gerilim / gizem hikâyesinin çağrıştırdığı ayrıksı kamera hareketlerinden ve çerçevelemelerden uzak durması ilginç ve doğru bir seçim olmuş. Doğru; çünkü bir parodinin kıyısına kadar gelen bir film için abartılı yanları olan bir görsellik hikâyenin ciddiyetine zarar verebilirdi. Bunun yerine sadece birkaç sahnede kamera alışılmışın dışına çıkıyor ve Trelkovsky’nin klostrofobisini, şaşkınlıklarını ve hissettiği iç ve dış baskının altında ezilip kalmasını çok iyi yansıtan karelerle soğukkanlı bile denebilecek bir şekilde kullanılıyor çoğunlukla.

Polanski’ye kariyerinin henüz ilk yıllarında olan Isabelle Adjani’nin yanında Shelley Winters, Melyvn Douglas ve Jo Van Fleet gibi Amerikan sinemasının sağlam oyuncuları ve Lila Kedrova, Bernard Fresson ve Rufus gibi yine tanınmış Fransız oyuncular eşlik ediyor filmde. Tüm karakterlerin Fransız olduğu ve Paris’te geçen bir hikâyede üç ünlü Amerikalı oyuncunun olmasının nedeni fillmin İngilizce çekilmiş olması olsa gerek. Oyuncular oldukça iyi performanslar sunuyorlar ama örneğin Adjani’nin İngilizce konuşuyor olması sanki dublaj yapılmış bir film seyrettiğiniz havası yaratıyor ki bu da filme zarar veriyor biraz. Ayrıca hikâyenin ikinci yarısında ve özellikle finale doğru kendisini bağışlatsa da filmin yeterince gerilimli olmadığını söylemek gerekiyor. Gösterime girdiğinde, “gerilimi olmayan gerilim filmi” gibi hayli abartılı bir ifade ile eleştirenle olmuş olsa da, hikâyenin bu konuda eksiği olduğu açık. Yine de adeta içeri doğru sürekli helezonlar içerek kendi içine kapanan bir anlatımı ve kahramanı olan film sağlam psikolojik içeriği, Polanski’nin kendisinin de bir yabancı olması nedeni ile filmin kimlik problemi nedeni ile aslında hayli kişisel olması ve canavarı kendisi olan bir insanı güçlü bir biçimde karşımıza çıkarabilmesi ile kesinlikle önemli ve ilginç bir çalışma.

(“The Tenant” – “Kiracı”)

(Visited 225 times, 1 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir