Om Det Oändliga – Roy Andersson (2019)

“Bir adam gördüm, inancını kaybetmiş olan”

İnsan yaşamına ve uygarlığa melankoli, umut, zulüm, kırılganlık ve hayal kırıklığının da aralarında olduğu farklı kavramlar üzerinden yaklaşan, hayatlarımızın absürtlüğünü resmeden bir hikâye.

İsveçli sinemacı Roy Andersson’un yazdığı ve yönettiği bir İsveç, Norveç, Almanya ve Fransa ortak yapımı. 1970’te çektiği “En Kärlekshistoria” ile başlattığı uzun metrajlı filmografisinde sadece altı film yer alan, eserlerinin tümünde absürt olanı (en azından, öyle görüneni) melankoli ile harmanlayarak anlatan Andersson bu -şimdilik- son çalışmasında da özgün biçim ve içerik anlayışlarına sadık kalarak farklı ve etkileyici bir sonuç elde etmiş. Venedik’te yönetmen ödülünü kazanan film, ilk bakışta komediye yakın duran içeriğini öylesine güçlü bir melankoli, kırılganlık ve zavallılık duygusu ile anlatıyor ki yüreğe oturan bir etki yakalıyor ve seyirciyi sorularla ve karamsarlık içeren düşüncelerle baş başa bırakıyor.

Andersson’un, insanı yüceliği ve sefaleti, coşkusu ve hüznü, sevme ve sevilme arzuları ile ele alan üçlemesinin son filmi. 2007’de “Du Levande” (Siz Yaşayanlar) ve 2014’te “En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron” (İnsanları Seyreden Güvercin) ile ilk ikisini çektiği bu üçleme için “Elimizde kalan az sayıdaki şeyi umursamamız gerektiğini, içimizdeki savunmasızlığı ve zayıflığı göstermek istiyorum” demiş Andersson. Burada işte tam da bunu yapıyor ve her biri kısa pek çok farklı sahnelerde karşımıza çıkan karakterleri ile insanlığın durumunu sergiliyor bir bakıma. Bilinen bir anlamda bir öyküsü yok filmin; bazıları tek bir sahnede, bazıları ise birden fazla sahnede karşımıza çıkan onlarca karakterin her birinin “öykü”sünü, bazılarını da oldukça kısa sürelerde, güçlü bir görsellik ile getiriyor karşımıza. Sahnelerin tümü sabit bir kamera ile ve tek planda çekilmiş; bazılarının içerdiği absürtlüğe rağmen sağlanan gerçeklik duygusunda büyük bir payı olan bu tercih, gördüklerimizin ilginçliği ve görsel gücün yüksekliği nedeni ile kesinlikle bir monotonluk hissi yaratmıyor. Aksine tüm o statiklikten beklenmedik ve etkileyici bir dinamizm yakalamış Andersson.

Onlarca şiir yazmış Andersson filmi ile ve bu şiirler bir araya geldiklerinde de insanlığın hâlini sergileyen bir romana dönüşmüşler adeta. Buradaki şiirleri birer haiku olarak nitelemek doğru olacaktır; sadece üç dizeden oluşan bu geleneksel Japon şiir türü kısa ve yalın olanı, sadece belli bir âna odaklanarak anlatır. Türün en eskilerinden ve ustalarından biri olan Arakida Moritake’nin en ünlü haiku’sunu (“Düşen bir çiçek / dalına dönüyor, sandım / ama hayır, bir kelebekmiş”) iyi bir örneği olarak verebiliriz bu ân kavramının. Andersson da filmi boyunca işte bu türden pek haiku yaratmış fimi boyunca ve bunları kendine has bir şekilde kullandığı “deadpan” kalıpları içinde anlatmış. Absürt olanı ciddi ve duygudan tamamen arınmış, ifadesiz bir şekilde anlatmak olarak tarif edebileceğimiz bu tekniği en başarılı kullanan sanatçılardan biri Andersson ve burada da ortaya oldukça çekici bir sonuç çıkmış.

Resimde modern akımların ilk isimlerinden biri olan Marc Chagall’ın 1918 tarihli, “Au-dessus de la Ville” tablosundan esinlenen bir görüntü ile açılıyor film. Chagall bu resimde maviden çok beyaz görünen bir gökyüzünde, doğup büyüdüğü Vitebsk’in (Bugün Belarus topraklarında olan bir kasaba) üzerinde süzülür bir şekilde gösterir kendisini ve eşini. Kendilerini tüy gibi hafiflemiş ve ayakları yerden kesilmiş gibi hissetmelerini sağlayan aşklarını resmettiği eserlerden biridir bu Chagall’a göre ve bu hafiflik havası Andersson’un filmine de yansıyor; ama tabloda çiftin üzerinde üzüldüğü kasabanın güzel ve sıcak görüntüsünün aksine, filmin açılışındaki çift adeta sisli bir görüntünün içinde yitmiş gibidir ve ilerleyen sahnelerde göreceğimiz gibi, altlarındaki görüntü de hiç hoş değildir. Andersson bu sahnenin dokunaklı görsel havasını Bellini’nin “Norma” adlı operasından bir arya (“Mira o Norma”) ile işitsel olarak da destekleyerek ilgisiz kalınamayacak bir giriş yapıyor filmine.

Bu sıkı girişten sonra, kısa bölümlerle anlatılan “öykü”ler (daha doğrusu anlar) geliyor peş peşe ve hemen her birinde bir anlatıcı ses o öyküyü aynı kalıp içinde oluşturulan bir cümle ile açıklıyor bize: “Bir adam gördüm, aklı başka bir yerde”, “Genç bir adam gördüm, henüz aşkı bulamamış”, “Bir anne ve baba gördüm, oğullarını savaşta kaybeden” vs. Bu cümlelerin ilki aklı başka bir yerde olduğu için şarap doldurduğu kadehi taşıran bir garsonu, ikincisi ilgi duyduğu bir kıza açılamayan bir genç oğlanı, üçüncüsü ise savaşta ölen oğullarının mezarını ziyaret eden bir çifti anlatıyor ve işte bu cümleler 3 değil ama 2 satırlık bir haiku işlevi görüyor. Anlatıcı sesin ifadesi, sadece ve tam da ne görüyorsak onu açıklıyor bize.

Oyuncuların en duygusal anlarda bile ifadesizliğin hâkim olduğu bir yüzle oynadığı sahnelerin bazıları sadece bir kez karşımıza gelen karakterleri canlandırırken, diğerlerinde birkaç farklı bölümde görünecek olan karakterlerin farklı anlarına tanık oluyoruz. Sessiz anlardan, diyaloglardan çok daha fazla yararlanıyor Andersson ve zaten diyaloglara da sık başvurmuyor. Karşılıklı konuşmalardan çok daha fazlası, monolog formatında sergileniyor ve ilgili sahnedeki karakterlerden sadece birini konuşurken görüyoruz. Bazı bölümlerde ise anlatıcı sesin o tek cümlesi dışında hiç konuşma yer almıyor; ama bu sessizlik bazen sözlerden çok daha fazlasını anlatıyor bize. Örneğin yukarıda anılan garson sahnesinde veya “Bir adam gördüm, bankalara güvenmediği için tüm birikimini şiltesinin altında saklayan” cümlesini duyduğumuz sahnede hiç konuşma yok ama gördüklerimiz gerekli her şeyi anlatıyor bize.

Karakterlerin hep sıkıntılı, hüzünlü ve elle tutulur bir yalnızlık içinde görüntülendiği filmde Chagall’ın tablosunun yanında bir başka eser daha ilham vermiş Andersson’a: Kukryniksy adı altında birlikte çalışan ve tirajı bir dönem 6 milyonu aşan Krokodil adlı mizah dergisindeki karikatürleri ile tanınan ama sosyalist-gerçekçi türünde resimler de yapan üç Sovyet sanatçının (Mikhail Kupriyanov, Porfiri Krylov ve Nikolai Sokolov) savaşı kaybettiğini anlayan Hitler’in sığınaktaki son anlarını resmeden bir tablosu da filmin bir bölümünü (“Bir adam gördüm; dünyayı fethetmek isteyip, başaramayacağını fark eden”) oluşturuyor.

Filmde en sık karşımıza çıkan karakter, Tanrı’ya olan inancını kaybetmenin dehşetini yaşayan bir rahip. Etkileyici bir kâbusta çarmıha gerilmeye götürülen bir “İsa” olarak, inancını kaybedince düştüğü boşluğu bir doktorla konuşurken veya “söylediklerine inanmadan dua etmenin” neden olduğu acılar içinde bir ayine hazırlanırken gibi farklı sahnelerde görüyoruz onu. Bu inanç sorununun yanında, farklı bölümlerde savaşın dehşetini de öykünün ana meselelerinden biri yapmış Andersson. İki âşığın “Güzelliği ile meşhur ama şimdi harabeye dönmüş bir şehrin” üstünde süzülmeleri, “Bir adam gördüm, hayatı için yalvaran” bölümü ve Sibirya sürgünleri görüntüleri bu tema etrafında oluşturulmuş örneğin. Tüm bu sahnelerde büyük sözler etmeye soyunmuyor Andersson; onun tercihi insanlığı tüm o aciz halleri içinde göstermek oluyor sadece. Karakterlerin yorgun, monoton ve donuk bir şekilde konuştukları, görüntü yönetmeni Gergely Pálos’un adeta soluklaştırılmış renklerle çalıştığı (ve müthiş görüntüler yakaladığı) ve baştan sona bir melankolinin hâkim olduğu filmin tüm bu unsurları ile fazlası ile karanlık bir yapıt olduğu düşünülebilir ama sonuç hiç de öyle değil.

Absürt sahnelerinde (örneğin randevusu olmadığı hâlde doktoru görmeye çalışan adam veya iğneden korkan adamın dişçideki anları) seyircide belli bir mizah duygusu yaratan ve bunu güldürmeye çalışmadan başaran film bu “komedi”si ile belli bir hafifliği de yakalıyor. Bunun dışında, tüm o karanlık içerik ve biçimin arasında, umuda işaret eden pek çok farklı ânı da var filmin: “Bir kadın gördüm, kimsenin onu beklemediğini sanan” sahnesi, Amerikalı The Delta Rhythm Boys adlı vokal grubunun seslendirdiği İsveç folk şarkısı “Tre Trallande Jäntor” (“Dağ Başını Duman Almış” ile başlayan Gençlik Marşı’nın orijinali) eşliğinde dans eden üç genç kız (tüm filmin güneşli tek sahnesi bu), “Bir adam gördüm, kızı ile birlikte doğum gününe giden” bölümü ve büyüleyici bir sakinlikle yağan karı seyreden bardakilerden birinin “Her şey çok güzel, müthiş; en azından bence öyle” vurgusu gibi seyredende mutluluk ve hafiflik duygusu yaratan anları da var filmin. Bir şeyleri (inanç, aşk, zaman…) kaybetme duygusunun ve geçip giden zamanın (ve / veya artık ulaşılamayacak olan geçmişin) hüznünün kendisini hep gösterdiği film, gökyüzünde süzülen âşık çiftin tanık olduğu her şeyin, iyi da kötü, insanlığın bir parçası olduğunu söylüyor bize. Küçük kızının ayakkabılarını bağlayan babaların güzelliği olduğu sürece umut da var çünkü diyor, Andersson’un üst düzey bir estetiğe ulaşan bu filmi.

(“About Endlessness” – “Sonsuzluk Üzerine”)

Film Ekimi 2014 – 1

Mucizeler (Le Meraviglie) – Alice Rohrwacher : Cannes’da Jüri Büyük Ödülü’nü alan film İtalyan yönetmen Alice Rohrwacher’in ikinci uzun metrajlı çalışması. Büyük laflar etmeden ve dramatik olayların peşine düşmeden kaybolmakta olan bir hayata, burada İtalyan köy hayatına adanan bir ağıt olarak nitelenebilir bu çalışma. Dört kızı ve karısı ile bu hayata sığınmış görünen ve değişmeye veya değiştirmeye sonuna kadar direnen bir adamın, değişen (daha doğrusu ekonomik ve politik sistemler tarafından değiştirilen) bir dünyaya nereye kadar direnebileceğini seyircisine de düşündürten film, bunu genç kızların en büyükleri üzerinden anlatılan bir büyüme hikâyesi ile de birleştirmeyi başarıyor. Babanın otoriter (ama pek de sözünü dinletemeyen bir otoriterlik bu!) havasının doğallığı ile televizyon yarışmasındaki demokrasinin(!) yapaylığını da akıllıca yan yana getiren film reality şovları ile ustaca dalgasını geçiyor. Özellikle Etrüsk tarihi (daha doğrusu onun sahte kelimesini sonuna kadar hak eden taklidi) üzerinden yaratılan ve yarışmacıların bir adada toplandıkları yarışma programı, içine atıldığımız sahte mücadeleleri ve hikâyeleri dibine kadar sömürülüp sonra hemen unutuluveren bireyleri bize hatırlatırken, film özellikle çocuk oyuncularının başarısı ile de dikkat çekiyor. Rohrwacher’in bu ilginç filminin kimi anları ile İtalyan Yeni Gerçekçi akımının filmlerini hatırlattığını da belirtmek gerek. Yok olan bir “doğal” hayat ve yerine koyduğumuz sahtelikler üzerine görülmesi gerekli bir film olan bu çalışma, küçük mizahı ile de dikkat çekiyor. Karakterlerini seyirciye yeterince tanıtamamak gibi bir sıkıntısı olsa da filmin bütünü içinde çok da rahatsız edici değil bu durum.
(“The Wonders”)

Karda Bir Beyaz Kuş (White Bird in a Blizzard) – Gregg Araki : 2010 tarihli ve eşcinsel sinemanın en kötü örneklerinden biri olan “Kaboom – Gümmm” adlı filminden dört yıl sonra Araki gerilimi de olan bir dram yapmayı seçmiş Laura Kasischke’nin romanını kendi senaryosu ile sinemaya uyarlayarak. Romanı bilmiyorum ama film hemen tüm tanıtımlarının ortak cümlesi olan “annesi kaybolan bir genç kızın” dramını (veya travmasını) anlatmaya soyunmuş olsa da bunu pek başarabilmiş görünmüyor. “Kaboom” ile kıyaslandığında -neyse ki- daha dozunda tutulmuş bir oyunbazlığı var filmin ama yine de “renkli” bir havadan kaçın(a)mamış görünüyor yönetmen. Kaçınamayınca da yaratmak istediği gerilim veya dram da daha çok bir sıradan bir gençlik filminde görebileceğinizden farklı olmamış ne yazık ki. Araki’yi tanıyanların tahmin edebileceği ama diğerleri için belki çarpıcı olabilecek finaldeki sürpriz eğlendirebilir bazılarını mutlaka ama sadece bu, filmi ayağa kaldırmaya yetmiyor. 1980’lerden güzel şarkılar, Araki ve görüntü yönetmeni Sandra Valde-Hansen’in yaratttığı estetik dünya ve cinsel keşif peşindeki karakteri ile kimileri için çekici olabilir yine de.

İnsanları Seyreden Güvercin (En Duva Satt På En Gren Och Funderade På Tillvaron) – Roy Andersson : İsveçli yönetmen Roy Andersson’un “Yaşayanlar” üçlemesinin bu sonuncu filmi Venedik’te Altın Aslan ödülünü almıştı bu yıl. Her bir sahnesi kesintisiz ve sabit kamera ile çekilmiş tek plandan oluşan film bu tercihinden kaynaklanan statikliği, absürt mizahı ve gerçeküstücü öğelerini anlamanın (daha doğrusu yorumlamanın) çaba gerektirmesi nedeni ile herkese göre değil kuşkusuz. Bazı bölümlerinin (özellikle iki satıcı ile ilgili bölümler) bir parça sarkmış göründüğü çalışma, bu kusuru bir yana bırakılırsa görülmeyi kesinlikle hak ediyor. Senaryoyu da yazan Andersson çok çarpıcı bölümler yaratmış hikâyesinde. Örneğin 17. Yüzyılda Rusya ile savaşmaya giden ve bir başka bölümde de geri dönen İsveç ordusunun ve kralları 12. Karl’ın sahneleri kesinlikle çok başarılı. Benzer şekilde İkinci Dünya Savaşı sırasında paraları olmadığı için içkilerini birer öpücükle ödeyen askerler veya hemen açılıştaki flamenko dans dersi bölümleri çok eğlenceli. Andersson filmlerinde sıklıkla yaptığı gibi İsveçliler’in hayat tarzları ile de sıkı bir şekilde geçiyor dalgasını (siparişi verdikten sonra ölen adamın siparişinin ne olacağı konusu veya apartmanın kuralları nedeni ile kendi evine giremeyen adam gibi). Filmdeki tüm telefon konuşmalarının değişmez cümlesi olan “iyi olduğunu duyduğuma sevindim” cümlesi insan ilişkilerindeki sıcaklıktan uzak “profesyonel samimiyeti hatırlatırken”, film bir ağaç dalına konup insanlığın halini seyreden bir güvercin gibi gözlüyor insanoğlunu ve gördüklerini de bize aktarıyor küçük hikâyeler halinde. Geçmişteki monarşizmden günümüzdeki kapitalizme insanın hep sömürüldüğünü de hatırlatıyor bize Andersson görsel gücü hayli yüksek olan bu filminde. Her bir statik sahne ayrıntılara önem veren seyircisini de görselliği ile ödüllendiriyor ve vampir maskelerinden zombiler gibi yürüyen karakterlerine ve pek çoğunun yüzü ölümün beyazlığını taşıyan karakterleri ile ölümün kendisini de doğrudan veya dolaylı olarak sürekli hatırlatıyor bize.
(“A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence”)