Tel Aviv on Fire – Sameh Zoabi (2018)

“Teslim olmakla bombalar arasında başka bir şey yok mu?”

Filistin’de çekilen popüler bir pembe dizide yapım asistanı olarak çalışan bir Arap adamın, işi ile evi arasında her gün geçmek zorunda olduğu kontrol noktasındaki İsrailli komutana kendisini dizinin senaristi olarak tanıtması ile gelişen olayların hikâyesi.

Pembe dizi yaratıcısı Ricardo Hernández Anzola’nın 2007’de filme çekilen (Sergio Umansky Brener’in yönettiği “Mejor Es Que Gabriela No Se Muera”) hikâyesinden esinlenen filmin senaryosunu Sameh Zoabi ve Dan Kleinman yazarken, yönetmenlik koltuğuna Zoabi oturmuş. Venedik’te “Ufuklar” (Orizzonti) bölümünde gösterilen ve başrol oyuncusu Kais Nashef’e Erkek Oyuncu ödülünü kazandıran film Lüksemburg, İsrail, Fransa ve Belçika ortak yapımı bir çalışma. Çözümsüz görünen Filistin sorunu ve İsrail – Filistin çatışmasına bir komedi kalıbı içinde bakan bu eğlenceli yapıt hayli netameli bir gerçekliğe tarafsız ve barışçıl bir biçimde yaklaşan, komedisi her zaman belki çok güçlü olmayan ama zaten özellikle kahkaha peşinde de koşmayan, sürekli bir savaş atmosferi içinde hayatların sürüp gitmek zorunda olduğunu ve hayata ne olursa olsun sıkı sıkı sarılmanın gerekliliğini hatırlatan keyifli bir film.

Her gün Ramallah ile Kudüs arasında gidip gelen genç bir adam Salam Abbass (Kais Nashef); dayısının (Nadim Sawalha) yapımcılarından ve yaratıcılarından olduğu ve Ramallah topraklarında çekilen bir pembe dizide asistan olarak çalışmaktadır. Filme adını veren ve hem Filistin’de hem İsrail’de hayli popüler olan “Tel Aviv on Fire” dizisinde oyunculara İbranice aksanı için yardımcı olmanın yanında asıl görevi, kahve servisi yapmayı da içine alan sıradan işlerdir. Senaristin bir cümlesine itirazı ile başlayan ve kontrol noktasından geçerken İsrailli komutana (Yaniv Biton) söylediği bir yalanla (“Diziyi ben yazıyorum”) devam eden süreç genç adamı dizinin gerçekten de senaristi yapacaktır. Askerî sırları ele geçirmek için İsrailli bir generali (Yousef Sweid) kendisine âşık eden ve Yahudi rolüne giren Filistinli bir kadının (Lubna Azabal), sevgilisi (Ashraf Farah) ile general arasında kalmasını anlatan dizi herhangi bir pembe dizinin uyduğu kalıpların içinde kalması ile kadınlar arasında hayli popüler olan bir televizyon yapıtı. İki “düşman” milletin kadınlarına birden hitap edebilmesinin kanıtı olarak İsraillileri de Filistinlileri de mutlu edebilmiş ve ince bir çizgi üzerinde yürümeyi başarmıştır bu dizi ama finaline doğru yaklaştıkça bireysel ve toplumsal sorunlar ve çekişmeler kendisini gösterecektir. Altı Gün Savaşı olarak da bilinen 1967’deki Arap-İsrail Savaşı’nın hemen öncesinde geçen dizi Arap ve Yahudilerin içlerindekini ortaya çıkarmanın da bir aracı olarak işlev görüyor hikâye boyunca ve film Salam’ın tekrar bir araya gelmek istediği eski kız arkadaşı Mariam (Maisa Abd Elhadi), dizinin yaratıcıları Atef (Salim Daw) ve Nabil (Amer Hlehel) gibi karakterlerin de yer aldığı bu hikâyeyi eğlenceli bir biçimde anlatıyor.

Çok önemli insanlık trajedilerinin hâlâ yaşanmakta olduğu topraklarda geçen bir komedi çekmek ve bunu yaparken de mümkün olduğunca kimseyi incitmemek riskli bir iş şüphesiz. Sameh Zoabi bu şimdilik son filminde hassasiyetlere son derece uygun (belki fazlası ile uygun) davranmış görünüyor; filmin barışçıl ve hümanist mesajı ile tutarlı bir tercih bu ama bazı seyirciler için de, komedisinin sözlü espriler veya komik aksiyonların kolaylığından uzak durması ile yeterince doyurucu olmayabilir. Kontrol noktasındaki muhtemelen defalarca Filistinlilere kötü muamele etmiş (ya da etmek zorunda kalmış) İsrailli komutanın tiplemesi Orta Doğu’nun bu ebedî görünen sorununa aşina olanları rahatsız da edebilir üstelik. İntifadaya katılmış olmak, İsrail hapishanelerinde yatmış olmanın dile getirilmesi veya kahramanımızın humusla ilgili travmasının kaynağı aslında politik değinmeler içeriyor ama asıl hikâyenin gerisinde kalıyor tüm bu ve benzeri örnekler.

Burada asıl sorgulanması gereken filmin dürüst bir tavır içinde olup olmadığı ve barışın yanında durup durmadığı. Bu açıdan kesinlikle bir problemi yok filmin; bir pembe dizi etrafında Müslüman ve Yahudi kadınların tüm (ön)yargılardan uzak durarak bir araya gelebilmesi, humusun kardeşlik için lezzetli bir araç olabilmesi, hikâyede iki kez tekrarlanan aşkın tanımı (“İki insanın âşık olduklarını gösteren nedir? Birbirlerini dinlemeleri” sözü kuşkusuz İsrail ve Filistin halklarının birbirlerini dinlemeleri gerektiğine bir gönderme) ve dizinin hikâyesinin sonuçta sağduyulu bir kişinin toparladığı kollektif bir süreçle yaratılmasının gösterdiği gibi Sameh Zoabi bir uzlaşma ve barış gerekliliğini hep gündemde tutuyor. Her bireyin ve her halkın dizinin senaryosuna kendi ajandasındakileri katması ve bunun doğal sonucu olan kaos ise gerçek hayatta da olması gerekeni gösteriyor sanki. Bu bağlamda, filmin bir bakıma hikâye yazmak üzerine de olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Başroldeki Kais Nashef Venedik’te aldığı ödülü hak ettiğini hemen her sahnesinde yer aldığı filmin göründüğü her karesinde kanıtlıyor bize. Oldukça dizginlenmiş, sade ve doğal bir performans oyuncununki; hınzır bir sevimlilik, sakarlık, telaş ve zekâ içeren bir vücut dilini ustalıkla kullanıyor Nashef ve filmden beklentisi daha çok ve net komedi olan seyircinin gözünde doğabilecek eksikliği gideriyor ustalıkla. Hikâyenin ikinci yarısı kişisel ve toplumsal gerçeklerin daha çok kendisini göstermeye başlaması nedeni ile dramının komedisinin önüne geçmesi sonucunu doğururken, senaryo burada da hafif ve eğlenceli havasını korumayı başarıyor yine de. Taraflardan birinin özgürlük savaşçısı olarak adlandırdığını, diğerinin terörist diye nitelediği ve her iki tarafın da bu tanımlamasından yüzde yüz emin olduğu bir atmosferde ne olursa olsun böyle bir hikâye yaratabilmek ve anlatabilmek önemli kuşkusuz.

Film seçilen hafif havaya uygun olarak Ramallah’taki hayatın yıpratıcı gerçeklerinden hemen hep uzak durmuş; sadece kontol noktası hikâyenin akışı gereği pek çok kez görüntüye geliyor ama orada yaşanan en kötü şey de İsrailli askerlerin soğuk mekanikliği ve sertliğinden öteye geçmiyor. Sadece tek bir sahnede Sameh Zoabi bize Ramallah’ın hiç de eğlenceli olmayan yanını gösteriyor: Güvenlik için örülen uzun yüksek duvar ve filmin genelinde gördüğümüzün aksine bakımsız ve tozlu yollar. Kimliğine el konulduğu için Kudüs’teki evine dönemeyen Salam’ın Ramallah’ta zorunlu olarak geçirdiği saatlerde geliyor karşımıza bu görüntüler ama yönetmenin onları neden kullandığını anlamak zor açıkçası. Eğer amaç Ramallah’taki hayatın aslında hiç de hikâyenin geri kalanında gösterdiği gibi olmadığını vurgulamaksa, bu mesajı vermekte yetersiz kalan bir sahne bu, hem kısalığı hem de hikâyenin doğal akışında bir yere oturmaması nedeni ile. André Dziezuk’un oryantal esintilere de sahip müzikleri, Laurent Brunet’nin temiz ve renkleri tüm parlaklıkları ile veren görüntü çalışması ve Kais Nashef’e rollerinin hakkını vererek ve eğlenceli oyunculuklarla eşlik eden tüm kadrosunun başarısı ile keyifli bir çalışma, özetle söylemek gerekirse.

(“Tel Aviv Al Ha’Esh” – “Tel Aviv Alev Alev”)