The Duchess – Saul Dibb (2008)

The-Duchess“Korkarım, hayatta bazı şeyleri çok geç, bazılarını da çok erken yaptım”

On sekizinci yüzyıl İngiltere’sinde bir düşesin mutlu(suz)luk hikâyesi.

İngiltere tarihinden gerçek karakterleri ele alan, Amanda Foreman’in “Georgiana, Duchess of Devonshire” kitabından Jeffrey Hatcher, Anders Thomas Jensen ve Saul Dibb tarafından uyarlanan ve Dibb’in yönetmenliğini üstlendiği film İngiltere – İtalya – Fransa – ABD ortak yapımı olarak çekilmiş. Hikâyesini karakterlerinin aşk hayatları ve mutluluk arayışları üzerinden anlatmayı tercih eden ve kostümlü dramaların “ağır” havasından genel olarak uzak durmayı başaran film Keira Knightley ve Ralph Fiennes’in varlığı ve performansı ile dikkat çeken ve rahat seyredilen bir yapım ama benzerlerinden çok da farklılaşmayan biçim ve içeriği nedeni ile kalıcı bir etki yapacak güçte de değil.

İngiliz soyluların tarihi sinemaya epey bir malzeme çıkardı ve daha da çıkaracağa benziyor. Talihsiz İngiliz Prensesi Diana’nın aile bağlarını taşıdığı talihsiz İngiliz düşesi Georgiana’nın aşk hayatını anlatıyor film temel olarak ve bunu yaparken de iki baş oyuncusunun parlak oyunları ile kendisini ilgi ile seyrettirmeyi başarıyor. Kostümlü dramaların doğal ağır havasından oyuncularının performansı ve Saul Dibb’in dinamik anlatımı ile kendisini sıyırmış görünen filmin ilgiyi hak eden yanlarından biri dönemin koşulları içinde bir kadının toplumun kendisi için çizdiği sınırların dışına çıkma çabasını karşımıza getirmesi. Bunu yaparken iki farklı kanalda ilerleyen film, aşk/cinsellik ve siyaset/iktidar alanlarındaki mücadelelerin ilkini derinlikli ve incelikli ama ikincisini yetersiz bir biçimde ele alıyor. Aldatılması normal karşılanan (dönemin ikiyüzlü ahlâk anlayışından çarpıcı anlara tanık oluyoruz hikâye boyunca) ama kendisinden cinsellik ve aşk alanlarındaki tüm özgürlükler esirgenen bir kadının dramını Keira Knightley’nin parlak performansı ile daha da artan bir çarpıcılıkla sergiliyor film. Buna karşılık, kadının toplumsal/iktidar alanında bir ses çıkarma çabası (moda ikonu olması da dahil olmak üzere) genel olarak yüzeysel dokunmalarla getiriliyor karşımıza. Akıllı ve entelektüel olmanın değil, güzel ve sadık olmanın (ve örneğimizde ayrıca kocaya bir erkek evlat vermenin) talep edildiği bir toplumda, birey olarak kendi varlığı/mutluluğu için didinen bir kadının trajedisi bütünsel bir anlayışla daha etkileyici olarak anlatılabilirmiş ama senaryo tercihini baştan “aşk” üzerine kurmayı tercih etmiş.

Yukarıda bahsettiğim tercih filme olumlu ve olumsuz yönde etki etmiş görünüyor. Neyse ki oyuncularının incelikli performansları ve detaylara özenli yaklaşımı ile film sıradan bir dönem melodramı olmaktan kurtumuş ama zaman zaman bu havayı hatırlattığını söylemek gerekiyor yine de. Buna karşılık, aşkın/cinselliğin/tutkunun üzerine odaklanılması Knightley’in yakın çekim yüz ifadelerindeki başarısı ile hayli ciddi bir çekicilik katmış filme. Yönetmen Dibb bu avantajı da sıkça ve akıllıca kullanarak etkileyici bir sonuç elde etmiş görünüyor. Ek olarak, filmdeki kimi sahnelerdeki mizansen anlayışı ile de filme artı yönde etki etmiş Dibb. Dük, Düşes ve Dük’ün metresi/Düşes’in arkadaşının üçlü yemek sahneleri hem oyuncuları ile (Knightley, Fiennes ve Hayley Atwell) hem de dönemin ikiyüzlü ahlâkının sembolü olarak çok önemli ve gerek bu sahnelerde gerekse düşesin dükle “pazarlık” (senin metresin olmasına ses çıkarmayacağım, sen de sevgilim olmasına ses çıkarma diye özetleyebiliriz bu pazarlığı) sahnesinde Dib etkileyici anlar yaratmayı başarıyor ve filme dinamizm katıyor kesinlikle.

Uşakların ve hizmetçilerin gözü önünde tüm sırların ortaya döküldüğü, her şeyin onların gözü önünde olup bittiği bir dünya bu ve kadının en büyük düşmanı da kadın. Bu nedenle, iki kadının, üstelik rakip konumundaki iki kadının hem pragmatizmin sonucu olan hem de gerçek bir yakınlığa dayalı dostluklarını da ele alması film için doğru bir tercih olmuş. Düşes ile diğer kadın arasındaki ilişkinin aşk ve seks de içermesi gibi bir tarihsel gerçek dışarıda bırakılmış görünse de, iki kadının dostluk, düşmanlık ve dayanışma aşamalarından geçen ilişkileri hikâyeye renk katmış. Bu iki kadınla ilişkisi ile filmin ana karakterlerinden biri olan dük rolündeki Ralph Fiennes sıradan olabilecek bir “kötü adam” karakterini zarif bir oyunla gerçekçi ve çekici kılmayı başarıyor. Düşesin annesi rolünde usta oyuncu Charlotte Rampling’in de dikkat çektiği film, düşes ile arasındaki tutkulu aşkın yeterince iyi işlenememesinin sıkıntısını çeken Dominic Cooper da üzerine düşeni yapmış görünüyor. Rachel Portman’ın müzikleri, özellikle geniş plan çekimlerdeki zarif çalışması ile dikkat çeken Gyula Pados’un görüntüleri ve Masahiro Hirakubo’nun belli bir ritm duygusunu hep korumayı başaran kurgusu ile de ilgi toplamaya aday olan film, kahramanının entelektüel boyutunu duygusal boyutunun lehine bir kenara bırakmış olsa da görülmeyi hak eden bir çalışma.

(“Düşes”)