The Lookout – Scott Frank (2007)

“Babam bana hep derdi ki, herhalde uzlaştığımız tek şey de budur, para kimdeyse güç de ondadır. Bunu defterine not almak isteyebilirsin; ileride hatırlaman gerekecek bir şey bu”

Bir trafik kazası nedeni ile hayatı altüst olan ve tekrar normal bir yaşamı hedefleyen genç bir adamın, çalıştığı bankayı soymayı planlayan bir çetenin parçası olmasının hikâyesi.

Sinemaya senarist olarak başlayan ve aralarında “Little Man Tate – Küçük Adam”, “Dead Again – Yeniden Ölmek”, “Out of Sight – Aşk ve Para” ve “Minority Report – Azınlık Raporu”nun da olduğu ve bazıları gişede de başarılı olmuş filmlerin senaryolarını yazan Scott Frank’ın ilk yönetmenlik çalışması. ABD yapımı olan film gişede yeterince başarılı olamasa da eleştirmenlerin beğendiği bir çalışma olmuştu ve Frank’ın bir suç filmini gerilimi de çekici bir biçimde kullanarak anlatması ilgi toplamıştı. Frank’in bu filminin belki de en başarılı olduğu yönü, bir suç hikâyesini özellikle baş karakterinin psikolojik durumunu hiç ihmal etmeden ve hikâyenin önemli bir parçası yaparak anlatabilmesi. Geçirdiği beyin travmasının etkileri ile yaşayan ve normal bir yaşamı özleyen genç adamın zayıflıklarını kullanan çetenin onu sürüklediği noktada ve sonrasında yaşananları -önemli bir nokta hariç olmak üzere- inandırıcı ve sürükleyici bir şekilde anlatan film, başroldeki Joseph Gordon-Levitt ile yardımcı rollerdeki Jeff Daniels ve Matthew Goode’un performanslarından da güçlü bir destek alıyor.

Hikâye, kahramanının kendisinin de nedeni olduğu trajik kazanın dört yıl sonrasında başlıyor. Kazada iki arkadaşı ölmüş, kız arkadaşı ise sakat kalmıştır. Popüler bir buz hokeyi sporcusu olan genç adam şimdi sürekli olarak ilaç kullanmak zorunda, ağlama krizlerine kapılıyor, unutkanlıkların hâkim olduğu ve sosyal ilişkilerinde ihtiyaç duyduğu filtrelerden yoksun (örneğin aklından geçeni aynen söylüyor karşısındakini hiç düşünmeden) bir hayat sürüyor ve kendi başına ayakta kalabileceğine güvenmeyen zengin babasının kısıtlı bir hayat sürmesine yetecek kadar verdiği para ile yaşamaya çalışıyor. Geceleri küçük bir kasabadaki bir bankada bekçi olarak kalan ve temizlik işlerini yapan genç adam veznede çalışmayı hedefliyor ama travmasının neden olduğu problemleri nedeni ile banka müdürünü ikna edemiyor buna. İşte bu güvensiz hayatın ortasında karşısına çıkan bir çete lideri genç adamın zayıflıklarını, öfkesini ve kendini kanıtlama arzusunu kullanarak, onu kendi planlarının parçası yapıyor.

Scott Frank, Joseph Gordon-Levitt’in gerçekçi performansından aldığı destekle karakterinin hikâyesini inandırıcı, çekici, gerilimli ve heyecanlı kılmayı başarmış görünüyor. İnandırıcılık konusunda temel bir sıkıntısı var yine de: Kahramanımızın tüm travmalarına, sıkıntılarına ve öfkesine ve hatta Matthew Goode’un başarı ile canlandırdığı çete liderinin “ikna kabiliyeti”ne rağmen, böyle tehlikeli bir suçun parçası olmayı kabullenmesi bir parça zor görünüyor. Üstelik aynı evi paylaştığı ve kendisine sonsuz bir desteği olan görme engelli bir arkadaşın varlığını da dikkate alırsak, önemli bir problem bu film için kuşkusuz ama neyse ki Gordon-Levitt’in oyunculuğu ile Frank’ın senaryo becerisi ve hikâyesini gerilimi diri tutarak anlatabilmesi bu sıkıntının üzerini önemli ölçüde örtüyor. Deneyimli besteci -sekiz Oscar ve dört Altın Küre adaylığı bulunan- James Newton Howard’ın hikâyenin içeriği ve temposu ile hayli iyi örtüşen müziğinin de katkısı ile ama asıl olarak Scott Frank’ın yönetmenlik becerisi sayesinde hikâyenin kahramanının akıbetini merak ediyor ve olan bitenleri ilgi ile izliyorsunuz. İyi çekilmiş ve iyi oynanmış küçük bir film ortaya çıkarmış Frank ve bu ilk yönetmenlik denemesinin altından başarı ile kalkmış.

Görüntü yönetmeni Alar Kivilo’nun ışık ve gölgeyi başarılı bir şekilde kullandığı ve kameranın karakterleri hep odağında tutarak gerek iç gerek dış çekimlerde bir yakınlık ve yoğunluk hissi yarattığı film, açılıştaki kaza sahnesinden başlayarak tüm hikâye boyunca teknik unsurlar açısından da hep vasatın üzerinde ilerliyor. Bir teknik gösterinin peşine düşmeden yakalanan etkileyicilik açısından da Scott Frank’ı takdir etmek ve hikâyesini seyirciyi de kendisini hep parçasıymış gibi hisssettirecek şekilde anlatabildiği için övmek gerekiyor. Kahramanının duygusal iniş çıkışları ve trajedisi bir parça daha etkili olarak anlatılabilirmiş gibi görünse de ve özellikle kadın karakterler bir parça sıradan ve fazlası ile tanıdık olsa da, bir “kara film” olarak niteleyebileceğimiz bu çalışma kesinlikle görülmeyi hak ediyor. Joseph Gordon-Levitt’in karakterinin içine giren ama onu bir şova soyunmadan, aksine sadelikle canlandırdığı çarpıcı performansı bile filmi izlemek için yeterli bir neden.

(“Gözcü”)