“Bu kahrolası yönetim kurulunun başkanıyım ben!”
Karısının boşamak üzere olduğu, içki ve kumar problemleri olan bir mimarın aldığı bir iş sırasında tanıştığı ve gizemli güçleri olan bir travesti ile ilişkisinin ve bulaştığı suç dünyasında yaşadıklarının hikâyesi.
Yeni Zelandalı yönetmen Scott Reynolds’ın bugüne kadar yönettiği diğer iki filmde olduğu gibi senaryosunu da yazdığı film farklı bir suç filmi olmak için iyi niyetle yola çıkan ama yol boyunca epey tökezleyen ve hedeflediği yerin de uzaklarına düşen bir çalışma. Bağımsız filmlerin usta oyuncusu ve özellikle Hal Hartley filmlerindeki performansları ile tanınan Martin Donovan’ın da yukarılara taşıyamadığı bir film bu ve hikâyesindeki kimi ilginç öğelere ve kimi sürprizlere rağmen istediği başarıyı yakalayamıyor. Yine de ilgiyi ve takdiri hak eden yanları da yok değil.
Kahramanımız kendisini boşamak üzere olan karısı tarafından terk edilmiş ve oğlunun velayetini de kaptırmak üzere. Üstelik içki ve ciddi bir kumar sorunu var ve mimarlık işi de pek iyi gitmiyor. Aldığı bir iş nedeni ile gittiği gece kulübünde tanıdığı ve filme de adını veren Heaven adlı travestinin olacakları görmek gibi bir gizemli gücü var. Onun bu gücünü ise gece kulübünün patronu ve karısıyla ilişkisi de olan kahramanımızın doktoru (ve dolayısı ile karısı) kendi çıkarları için kullanmaya çalışıyorlar. Senaryo bunları anlatırken doğrusal bir anlatımdan uzak duruyor ve zaman zaman seyirciyi şaşırtan ve ilgisini çeken sürprizlere başvuruyor ki filmin de en elle tutulur yanı burası. Gerçeğin aslında öyle olmadığını, üstelik de seyircinin zekâsı ile dalga geçmeden söyleyebilmek kolay iş değil ve Reynolds senaryosu ve yönetmenlik becerisi ile bunu başarıyor açıkçası. Yönetmen benzer bir başarıyı da hikâye boyunca iki kez başvurduğu bir üçlü (daha doğrusu farklı anlarda geçen iki ikili konuşmanın birlikte kurgulanması ile oluşan üçlü konuşmalar bunlar) konuşma sahnesi ile gösteriyor. Akıllıca yazılan diyaloglar hem karakterlerimizi hem seyirciyi şaşırtıyor kesinlikle.
Gece kulübünün kirli işler peşindeki acımasız patronunu canlandıran Richard Schiff filmin oyunculuk alanında öne çıkan ismi oluyor ve pek de özel çizilmemiş görünen karakterini ayakta tutmayı başarıyor. Baş roldeki Martin Donovan ise alıştığımız ustalığından uzak bir görünüm sergiliyor ve adeta pek de inanmış görünmediği bu hikâyede ne aradığını sorguluyor bakışları ile. Travesti Heaven’ı canlandıran ve çoğunlukla televizyon dizileri ile dolu kariyerindeki ikinci ve şimdilik son filmindeki Daniel Edwards ise potansiyeli olan ama bu potansiyeli yine senaryo tarafından hırpalanan rolünde yine de üzerine düşeni yapıyor. Senaryomuzun sıkıntılarından biri olan klişe tiplemelerden birini (kahramanımızın eşini) oynayan Joanna Going en azından aksamıyor ama senaryonun nerede ise bir karikatür gibi çizdiği doktor rolündeki Patrick Malahide senaryonun hatasını büyüterek oynamış görünüyor.
Filmin görsel ve “politik” kusurlarına da değinmek gerek ki bunlar “mutlu aile” sahnelerinde olduğu gibi iç içe de geçiyor bazen. Reklamlardaki yapay mutlu aile sahnelerini hatırlatan bir ışıklandırmanın varlığından söz etmek ne demek istediğimi anlatmak için yeterli sanırım. Buna ek olarak “maço” yanını destekleyecek iki kusuru daha var filmin. Şiddet sahnelerinden sakınmıyor hiç, rahatsız edici bir şekilde kandan geçilmiyor ortalık. Daha önemli kusuru ise “politik” olanı: Kahramanımızın problemleri karısının kendisini terk etmesi (evet, erkeğin kusurları var ama…) ve henüz boşanmadan aldatması ile oluşmuş gibi bir hava yaratıyor hikâye. Gerek finali, gerek mutlu aile güzellemeleri ve gerekse kadının hikâyede bir şekilde cezanlandırılması (aklının başına gelmesi de diyebiliriz) ile film kadının yuvayı bozmasının ne kadar tehlikeli olduğunun altını çiziyor seyircisine.
Kısa bir sinema salonu tecrübesinden sonra doğrudan video pazarına giden film zaman zaman B sınıfı filmlerinin havasını hatırlatması ve hikayenin temel kurgusunun ilginçliği ile yine de ilgi toplayabilecek bir çalışma. Ayrıca finalde Heaven için belirlediği sonu ve bu tip sert filmlerden beklenmeyecek bir özgürlükçü anlayışı da var filmin ki kesinlikle övgüyü hak ediyor. Evet, bir yanı ile aile kurumunun kutsallığını gözümüze sokuyor belki ama öte yandan “farklı bir aile” biçimine de gayet sıcak yaklaşıyor.
(“Cennet”)