Große Freiheit – Sebastian Meise (2021)

“Birlikte olamayız. Bunu sen de benim kadar biliyorsun. Sen kendini kandırmakta daha iyisin benden, bunu kötü anlamda söylemiyorum. Sen olmasaydın, asla biz diye bir şey olmazdı. Beni sen buldun ve senin sayende ben de kendimi buldum. Bir düş gibiydi. Göldeki o günü hatırlıyor musun? Bütün gezimizi filme çekmiştin; baştan sona ve en küçük detayına kadar. Ben karşı çıkmıştım buna. Ya biri görseydi bizi? Ama sen umursamıyordun, çünkü korkusuzsun sen. Ben de cesur olmak istiyorum… Bir defasında bana, hâlâ hayatta olduğuna şaşırdığını söylemiştin. İşte ben de aynı öyle hissediyorum”

Eşcinselliğin yasa dışı olması nedeni ile, Naziler döneminden itibaren ve savaşta sonra da sürekli cezaevine atılan bir adamın oradaki ilişkilerinin ve bir mahkûmla beklenmedik arkadaşlığının hikâyesi.

Senaryosunu Sebastian Meise ve Thomas Reider’in yazdığı, yönetmenliğini Meise’nin yaptığı bir Almanya ve Avusturya ortak yapımı. Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde Jüri Ödülü’nü kazanan film ilginç bir karakter ve ilginç bir konu üzerinden, bazıları için savaşın ve düşmanlığın hiç bitmeyeceğini anlatıyor. Özgürlüğü ne içeride ne de dışarıda bulmalarına imkân tanınanlardan birinin hikâyesi seyrettiğimiz ve Meise bu ikinci uzun metrajlı filminde özenli anlatımı ile bu hikâyeyi çekici bir boyuta taşıyor. Tüm oyuncularının dört dörtlük bir performans gösterdiği film aşk ve seksin özgürlük ya da tutsaklık ortamı fark etmeksizin, bir şekilde hep hayatta kalacağını hatırlatan ve tüm karanlık yanına rağmen umudu diri tutan bir çalışma. Başroldeki Franz Rogowski’nin günümüzün en usta oyuncularından biri olduğuna seyirciyi kesinlikle ikna eden film, gözetleme/gözetlenme üzerine düşündürdükleri ve duygusal gücü yüksek dostluk anları ile kesinlikle görülmeyi hak eden bir sinema yapıtı.

Hikâyenin kahramanı Hans (Franz Rogowski) 175 numaralı kanun maddesinden dolayı hapse atılmıştır. Alman İmparatorluğu zamanında 1871’de yasalara giren bu madde temel olarak erkekler arasındaki cinsel ilişkiyi suç olarak tanımlıyormuş ve aynı numara ile Nazi dönemine ve savaştan sonra da hem Doğu hem Batı Almanya yasalarına aynen taşınmış. Doğu’da 1957’de artık uygulanmamaya başlanan madde yine de 1968’e kadar yürürlükte kalmış, Batı’da ise 1969’da kaldırılmış tamamen. Meise ve Reider’ın senaryosu Hans’ı üç farklı tarihte; savaştan hemen sonra 1945’de, 1957’de ve 1968’de getiriyor karşımıza ve üç farklı erkekle ceazevindeki ilişkileri üzerinden hem onun mücadelesini hem de bu yasa maddesinin sonuçlarını anlatıyor bize ilginç ve seyre değer bir şekilde. Bir duruşmada eşcinsel eylemleri nedeni ile 24 ay cezaya çarptırılan Hans’ın mahkemedeki duruşmasında salondakilere gösterilen ve gizli çekilmiş görüntülerle açılıyor film. Hans’ın farklı erkeklerle genel tuvaletlerde buluşmasının ve seks ilişkilerinin görüntüleridir yargıçlar ile birlikte bizim de seyrettiğimiz. Senaryonun gözetle(n)me ile ilgili ilk anlarıdır bunlar ve hikâye boyunca, özellikle de cezaevindeki hücrelerin gözetleme delikleri aracılığı ile bu eylem sık sık tekrarlanıyor. Film iki yetişkin arasındaki aşkı (ve evet, seksi) kısıtlamanın ve onların özel yaşamlarına müdahil olmanın absürtlüğünü ve gözetlenenlerin özgürlüklerini yok etmenin korkunçluğunu bu tedirgin edici eylem üzerinden somut hale getiriyor ve önemli bir etkileyicilik yakalıyor.

Sezen Aksu söz ve müziği kendisine ait olan, 1981 tarihli “Biliyorsun” adlı ve pop müziğimizin klasiklerinden biri olan şarkısında, “Sen de benim kadar gerçekleri görüyorsun / Beraber olamayız, benim gibi biliyorsun” der tıpkı bu yazının girişinde yer alan ve bir erkeğin Hans’a söylediği sözlerde olduğu gibi. Sanatçı beraberliğin imkânsızlığını “Bir başka dünyanın insanısın yavrucağım / Sen kendi dünyanın toprağında büyüyorsun” diye açıklar ama filmimizde âşıkların bir araya gelmesine engel olan dünyalarının farklılığı değil. Yasalar ve toplumun kurallarıdır onların aşklarını imkânsız kılan ve birlikteliklerini hem ahlaksızlık hem suç olarak tanımlayan. Hans Naziler tarafından eşcinselliği nedeni ile toplama kampına gönderilmiştir ve kolundaki damga bunun izini taşımaktadır. Bu damganın “yok edilmesi”nin aracının, onunla aynı hücreye koyulmaya tepki gösteren heteroseksüel bir mahkûm olması ise filmin umudun taşıyıcısı olduğu anlarından biri olacaktır. İmparatorluk döneminde çıkarılan bir yasanın Nazi döneminde ve savaştan sonraki demokraside de varlığını sürdürebilmesi ilginç bir durum ve Hans’ın neden cesur olmayı seçtiğini, daha doğrusu kendisi olabilmek için cesaret sahibi olmak zorunda olduğunu da açıklıyor bize.

Film üç farklı dönem arasında serbest denebilecek bir biçimde gidip geliyor ve özel bir kronolojik sıra takip etmeden anlatıyor hikâyesini. Bu, dönemler arası gidiş gelişler, “normal olmayan”ın zamandan bağımsız olarak hep dışlanmaya ve zulüm görmeye mahkûm olduğunu hatırlatırken, Hans’ın sık sık atıldığı tecrit hücrelerinin mutlak karanlığını çekinmeden sık sık ve uzun uzun gösteren film böylece onunla bedensel ve ruhsal olarak özdeşleşmemizi de sağlıyor. Senaryonun erdemlerinden biri kolaya kaçmaktan -hemen her zaman- uzak durmayı tercih etmesi; geniş kitleler için daha “kabul edilebilir” olacak olanın aksine aşkı, seksin önüne geçirmeyi seçmiyor örneğin hikâye. Gerçekçi olmayı ve insan doğasının (ve içgüdülerinin) baskın karakterini olduğu gibi sergiliyor film ama bunu yaparken, dozunda bir duygusallığı ve aşkın her ortamda yeşerebileceğini göstermeyi de ihmal etmiyor.

Hikâye boyunca iki farklı karaktere birlikte kaçmayı öneriyor Hans; ilkinde Doğu Almanya (“Orada hapse atmıyorlarmış”), ikincisinde ise Rusya oluyor söz konusu hedef. İşin siyasî boyutu bir yana, sadece eşcinsellik açısından bakıldığında bu hedeflerin ikincisi ilki kadar doğru değilmiş pek. 1917 Ekim Devrimi’nden sonra çarlık kanunları lağvedilip, eşcinsellik suç olmaktan çıkarılmış ama Stalin döneminde yasalara tekrar konmuş hapis cezası çünkü. Aslında hikâyenin kahramanı ve onun gibiler için “ne içeride ne dışarıda” ve “ne burada ne orada” gerçek bir özgürlük olduğunu Hans’ın finaldeki seçimi ile vurgulayan hikâyedeki bu iki kaçış planı acı bir ironi yaratıyor daha çok. Fransız şarkıcı Marcel Mouloudji’nin 1963 tarihli “L’amour l’amour l’amour“ parçasının kullanıldığı gay bar sahnesinde, seksin aşktan bağımsız olunca ortaya çıkan mekanikliği ve sertliği onun kararını netleştiren unsurlardan biri olurken, bu sahnede Hans’ın tecrit hücrelerindeki mutlak karanlığını hatırlatan kısa bir kararma ânı tutsaklığın mekân bağımsız olduğunun da işareti sanki.

Çağdaş sinemasının en parlak oyuncularından biri olan Franz Rogowski karakterinin üç farklı dönemdeki hâllerini, mücadelelerini, direnişini ve aşkı arayışını göz yaşartacak bir sadelik ve gerçekçilikle canlandırırken; acılarına, aşklarına ve tutkularına ortak ediyor bizi zarif bir başarı ile. Onun sert hücre arkadaşını oynayan Georg Friedrich de o katı görünümünün altında, önce sekse sonra aşka karşı koyamayan Viktor rolünde aynı başarıyı yakalıyor ve bu ikilinin tüm sahneleri onların performansları sayesinde kesinlikle yüreğinden yakalıyor seyirciyi. Farklı dönemlerde Hans’ın aşkının nesnesi olan Leo ve Oskar rollerindeki Anton von Lucke ve Thomas Prenn de onlardan geride kalmıyorlar ve hikâyenin acı tadının parçası oluyorlar başarı ile. Bedeni, eylemleri ve düşünceleri ile kendi gerçeğini yaşama özgürlüğünü arayan bir karakterin bu dokunaklı hikâyesini ve çağrıştırdığı iki filmi (Rob Epstein ve Jeffrey Friedman’ın 2000 tarihli belgeselleri “Paragraph 175” ve Hector Babenco’nun 1985 yapımı “Kiss of the Spider Woman”) görmekte yarar var.

(“Great Freedom” – “Büyük Özgürlük”)