Ana Yurdu – Senem Tüzen (2015)

“Nesrincim, kusura bakma ama eğilip kalkarken için görünüyor. Üstüne bir şey giy istersen”

Romanını yazmak için annesinin köydeki evine yerleşen bir kadının ve peşinden gelen annesinin ilişkilerinin hikâyesi.

Senem Tüzen’in yazdığı ve yönettiği bir Türkiye – Yunanistan ortak yapımı. Anne – kız ilişkileri, muhafazakâr toplumlarda aile kurumunun kadınlar üzerinde yarattığı baskı ve annelik üzerine bir hikâye anlatan film son dönemin bol ödüllü çalışmalarından biri. Hem SİYAD’ın hem de İstanbul Festivali’nde FIPRESCI ödülünü kazanarak eleştirmenlerin gözdesi olduğunu gösteren film anne ve kızı canlandıran Nihal G. Koldaş ve Esra Bezen Bilgin’in sade ve güçlü performanslarından aldığı destekle bir kadının etrafına inşa edilen hapishanesinde hissettiklerini anlatırken, şaşırtıcı finali ile uygun bir kapanış yapıyor. “Sanat filmleri”mizin genel sıkıntısını taşıyarak zaman zaman hikâyesinin yeterli bir akıcılığa sahip olmadığı görülen filmin, senaryodan kaynaklanan nedenlerle tatmin edici bir bütünselliğe sahip olmamak ve sahnelerini her zaman bir bütünün organik parçaları yapamamak gibi sorunları da var. Ülkenin toplumsal ve sosyolojik açıdan önemli bir sorununu kendisine konu edinen film alçak gönüllü görünümü ve meseleye dürüstlükle yaklaşmayı başarması ile önemli bir çalışma.

Senem Tüzen’in ilk ve şimdilik son filminde hikâye bir kamyonetin kasasında seyahat eden köylü kadınları ve bu kamyonetin çektiği hasar görmüş bir arabayı göstererek açılıyor. Kasadakilerden biri arabası ile Ankara’dan köye gelen Nesrin’dir ve bir kaza yapmıştır. İlk 5 dakikasında önce karanlık, sonra da kameranın nedense özellikle bundan sakınır bir şekilde kullanılması nedeni ile kadının yüzünü göremiyoruz. Bu “sanatsal” tercihin pek bir anlamı yok gibi görünüyor ve filmin geri kalanında da zaman zaman -karakterlerden birinin flulanmasında olduğu gibi- gösterilen ile gösterme şeklinin uyuşmaması hikâyenin doğrudanlığı ile her zaman uyuşmuyor. Evlenip boşanmış, çocuğu olmayan bir kadındır Nesrin ve üstte bir deri mont, altında bir şalvarla gezindiği köye kitabını yazmak için ihtiyaç duyduğu yalnızlığı elde etmek amacı ile gelmiştir. Ama bu yalnızlığı elde etmesi pek de kolay olmayacaktır çünkü kısa bir süre sonra annesi “kızının geçirdiği kazadan endişelenmesi” nedeni ile peşinden köye gelecek ve aile kurumunu, anneliğin ve muhafazakârlığın tahakkümünü de beraberinde getirecektir.

İki başrol oyuncusu dışında amatör oyuncuların yer aldığı filmin çekimleri Niğde’de gerçekleştirilmiş ve yardımcı roller için yöre halkına görev verilmiş. Ufak tefek aksamalar olsa da bu amatör oyuncular, Esra Bezen Bilgin ve Nihal G. Koldaş’ın sade oyunculukları ile onlardan çok farklılaşmaması sayesinde filme doğal bir hava katmışlar. Köydeki kadınlar arasında geçen sohbet sahneleri içerikleri ile bu nedenle oldukça gerçek görünüyorlar ve Nesrin karakterinin onların arasındayken hissettiklerini anlamamızı sağlıyorlar. Anne ve kızın birlikte eve girerken kızın açamadığı kilidi annenin açması hikâyenin ele aldığı mesele için oldukça uygun bir sembol olurken, davet edilmeyen annenin dışarı asılan iç çamaşırını ipten alarak evin içine götürmesi de onun ilk müdahalesi oluyor kızına (Bırakın bir köy yerini, şehirlerde de ne erkek ne de kadın iç çamaşırlarını böyle ulu orta asma sergileme alışkanlığı olduğunu düşünürsek, çok da uygun bir sembol değil bu müdahaleyi anlatmak için açıkçası). Kendisi bireysel bir mutluluğu hiç tatmamış bir annenin kızını korumak adına onun bireysel tercihlerini yargıladığı ve onu sık sık doğru yola çağırdığı (“Nesrincim, hadi durma, katıl kızım. Son bir defa, hadi kırma beni. Gel yanıma, birlikte kıbleye dönelim”) hikâyede sürekli sitem eden, ilgi bekleyen ve müdahale eden bir annenin varlığını sade bir dil ile anlatıyor Tüzen.

Bir yan hikâye olarak, çalışmayan ve kendisini döven kocasından yaka silken, dört çocuklu kadına Nesrin’in yardım teklif etmesi ve kadın sığınma evine gitmeyi önermesi, filmin kadınların toplumsal konumlarının ve geleneksel bakış nedeni ile karşı karşıya kaldıkları baskıların daha genel bir resmini çizme çabasının bir ürünü. Ne var ki tam da burada bir örneğini gördüğümüz ve diğer bazı bölümlerde de karşımıza çıktığı gibi, sahne adeta kendi başına duran, hikâyenin bütünü ile organik ilişkisi kurulamamış bir içeriğe ve sinemaya sahip; bu da etkisini azaltıyor filmin doğal olarak.
Kızının tercihlerini (evliliğini, kürtaj yaptırmasını, boşanmasını ve genel olarak yaşam biçimini) sıkça eleştiren, geleneksel değerlere ve dinine bağlı görünen annenin bir öğretmen olması çok da uygun bir seçim gibi görünmüyor kadının hayatı açısından. Cumhuriyetin kadınlara “tepeden inme” bir şekilde bir konum vermesi ama kökeninden koparamaması gibi “liberal” bir bakışın sonucu olabilir bu seçim ama burada eğreti duruyor. Senaryosundaki bu problemler bir yana, Nesrin’in kıstırılmışlığını ve anne-kız ilişkisinin bir yandan zenginleştirici, öte yandan boğucu yanını oldukça iyi anlatıyor film. İki kadının öfke, gözyaşı ve bazen de kahkaha dolu sohbetleri pek çok kadının kendi anıları ile kolayca ilişkilendirebileceği güçteler ve bu sahnelerde Vedat Özdemir’in kamerası ile yakalanan anlar da oldukça çarpıcı. Kamera tek bir sahnede “görsel bir güzellik” peşinde oluyor ve açıkçası keşke daha fazlası olsaydı dedirtiyor: Bir cenaze evindeki Nesrin’in pencerenin dışından çekilen görüntüsü bu ve o sırada yağan kar hikâyenin kahramanının bakışındaki yalnızlığı ve yılgınlığı daha da artırıyor.

Filmin epeyce konuşulan finali Nesrin’in annesine (ve genel olarak, içinde yaşadığı toplumun etrafında ördüğü duvarlara) oldukça sert bir tepkisi; korkutulmaya çalışıldığı üzerinden verilen bu tepki bir birikimin sonucu. Senem Tüzen bu final tercihinin de işaret ettiği gibi çok umutlu bir resim çizmiyor ve ülkenin birbirinden çok farklı hayatlar süren kesimleri (nesilleri ve anne kızları da elbette) arasında bir uzlaşının hiç de kolay olmadığını söylüyor. Nesrin’in bavulunda hangi yazarın kitabı olurdu sorusuna verilecek ilk cevaplardan birini (Tezer Özlü’nün “Çocukluğun Soğuk Geceleri”) kullanmakla kolay bir seçim yapmış gibi görünebilir yönetmen ama öte yandan kesinlikle doğru bir kitap bu, Nesrin’in hikâyesi için. Ne ana yurdunun (hem memleket hem anne kucağı anlamında) ne de Anadolu’nun o idealleştirilen “şey”ler olmadığını hatırlatan ve yakın planları ile karakterlerinin boğulma duygusunu yakalayan ve seyirciye de geçiren film üç farklı nesilden birey üzerinden Türkiye’de kadın olmanın hallerini de sergiliyor. Yeni ölmüş olan anneanne toplumun kendisine biçtiği rolü hiç sorgulamadan oynayan “ideal bir anne” olurken, onun kızı bu rolü zaman zaman sorgulamış ve kişisel yaşamındaki boşlukların farkında olsa da bekleneni karşılamaya çabalamış bir anne. Nesrin ise anneliği reddi ile bu rolün dışına çıkan ama yaşadığı toplumda boşluğa düşen bir kadın olarak yer alıyor hikâyede. Tezer Özlü’nün intihar üzerine düşünmüş ve yazmış olması ve psikolojik tedavi görmesi ve Nesrin’in okuduğu bir diğer yazar olan Sylvia Plath’ın ise intihar etmiş olması Nesrin’in “kader”i ile ilgili iyi şeyler söylemiyor seyirciye. Köy ve taşra nostaljisinin “anlamsızlığı”da düşünülerek izlenmesi gereken film ayna, mum, cep telefonu ve özellikle de kapı gibi objeleri çekici ve ima edici bir şekilde kullanıyor. Annenin konuşurken elindeki ekmek parçasını ufaladığı sahnenin güzelliği tüm filme yayılamamış olsa da görülmeyi hak eden, düşünen ve düşündüren bir film bu.