Ye Habe Ghand – Seyyed Reza Mir-Karimi (2011)

“Hayat kendi diktiği her şeyi şiddetli bir rüzgâr gibi kökünden söker”

Genç bir kızın düğünü için toplanan büyük bir ailenin hikâyesi.

İran sinemasından çok karakterli, bol konuşmalı, dramı, hüznü ve komedisi bir arada bir aile filmi. Seyyed Reza Mir-Karimi’nin yönettiği ve senaryosunu Mohammad Reza Gohari ile birlikte yazdığı film hikâyesi ilerledikçe açılan ve karakterlerini tanıdıkça sevdiğiniz eserlerden. Ustalıkla yazılmış bir senaryo ve buna çok uygun bir yönetmenlik çalışmasının yanısıra görüntüleri ile de dikkat çeken film, İran sinemasının diğer örneklerinden ayrı bir yerde durması ile ayrıca dikkat çeken bir çalışma.

Basit bir hikâyesi var filmin. Evin genç kızının yurtdışında yaşayan bir İranlı ile yapacağı evliliğin töreni için bir araya gelen ailenin iki günlük bir macerasını anlatıyor filmimiz. Evin evli diğer kızları, damatlar, torunlar ve komşular bu kalabalık ailenin hikâyesine katılıyorlar ve ortaya küçük hikâyesine rağmen ilgi toplayan bir film çıkıyor. Başlardaki -film boyunca da devam eden- bol konuşmalı ve çok karakterli yapısı nedeni ile karakterlerden kimin kim olduğunu anlamanın bir parça güç olduğu hikâye karakterlerin her birini ve birbirleri ile olan ilişkilerini seyirciye aktarmayı başardıktan sonra ve yakaladığı sıcak atmosferin de etkisi ile gerçekten ilgi çekici bir içeriğe kavuşuyor. Evet, sıcak belki de en doğru kelime bu film için. Bir yaz gününde geçen hikâye tüm doğal, samimi ve ufak kusurları ile daha da insan görünen karakterleri, Hamid Khozouie Abyane’nin sarı ağırlıklı ve kimi sahnelerde izlenimci bir tablodan ilham alınarak yaratılmışa benzeyen ama asla yapay bir havası olmayan görüntüleri ve kattıkları/götürdükleri ile ne olursa olsun aile kurumunun sıcaklığını yansıtmayı başaran içeriği ile bu sıcaklığı seyirciye geçirmeyi başarıyor. Tüm bunlara Mohammad Reza Aligholi’nin etkileyici müziği de eklenince ortaya büyük şeyler söylemeyen, sinema dili olarak da belki bir yenilik veya özel bir tazelik içermeyen ama ilgiyi kesinlikle hak eden samimi bir sonuç çıkıyor.

Hikâye basit ve sıradan bir seyirci için heyecan unsuru yaratacak herhangi bir öğe de içermiyor. Ne var ki senaristlerin ustaca hikâyeye kattığı ve her biri hikâyenin doğal bir parçası olarak onun akışını da etkileyen yan hikâyeleri ile aslında çok “hareketli” bir film bu. Sonuçta karşımızda düğün, cenaze, cinler, define, hastalık, bebekler, hamilelik vs. ile dolu koca bir hikâye var. Seyyed Reza Mir-Karimi ve Mohammad Reza Gohari ikilisinin en büyük başarısı tüm bu yan hikâyelerin tek birinde bile falso vermemeleri. Tek bir hikâye ortada bırakılıp sonra unutulmuyor ve senaryonun akıcı ve doğal kurgusu ile her biri asıl hikâyeyi akıllıca besliyor. Kameranın çoğunlukla evin içinde ve bahçesinde gezindiği, ve dışarı çıktığında da kerpiçten evleri ile benzersiz bir görüntü sunan bir şehri bize gösterdiği filmin bir başarısı da bu doğal hikâyenin içine zaman zaman yerleştirdiği -belki tümü aynı derecede katkı sağlamayan- yavaşlatılmış görüntüler ile elde ettiği estetik ve kimi sahnelerdeki müthiş izlenimci hava. Özellikle bir sahnede yarattığı etki ile doruğuna ulaşan bir hava bu. Evlenecek olan genç kızın evin güzel bahçesinde bir salıncakta sallanırken daldaki bir elmaya uzanmaya çalıştığı ve yavaşlatılmış görüntülerle karşımıza gelen bu sahne değme izlenimci tablolara taş çıkartacak güzellikte. Genç kızı oynayan Negar Javaherian’ın meleksi güzelliği ile daha bir benzersiz olan bu sahne asla boş ve gereksiz bir estetik yaratma çabası olarak görünmüyor; aksine filmin havasına hâkim olan hüznün, komedinin, sıcaklığın, umudun ve ne olursa olsun hayata bağlılığın müthiş bir sembolü oluyor bir bakıma.

Ölümün ve hayatın iç içe geçtiği hikâye tüm karakterlerine eşit bir sevecenlikle yaklaşıyor ve çok az sahnesi olan askerden gelen genç karakterini bile kısacık süresi içinde filmin önemli parçalarından biri yapmayı başarıyor. Öldü mü tereddüdü ile uyuyan büyük anneye kesme şeker atıldığı sahnedeki gibi küçük komedi anları da olan filmin genç kızın gece uyandığında evin tüm ışıklarını tek tek söndürdüğü sahnede olduğu gibi iç burkan hüzünlü anları da var epeyce. Final kareleri ise hüznü hayatı kabullenme ile uzlaştıran havası ile hayata karşı, alıştığımız İran filmlerinin aksine, ciddi bir sevgi gösterisinde bulunuyor. El kamerası ile çekilmesine rağmen asla yormayan görüntüleri ve onca karakterin evin içindeki hareketini ustalıkla yöneten koreografi anlayışı ile de değerli olan film özellikle ilk on, on beş dakikasında “sabır ve anlayış” bekleyen ama sonra bunun karşılığını fazlası ile veren bir çalışma.

(“A Cube of Sugar” – “Küp Şeker”)