Cold Souls – Sophie Barthes (2009)

“Ruhumu geri istiyorum. Tüm kusurları ve karanlığı ile ruhumu geri istiyorum”

Çehov’un Vanya Dayı oyununa hazırlanan bir oyuncunun kendisine yarattığı baskıdan kurtulmak için ruhunu çıkarttırarak depolaması ile gelişen olayların hikâyesi.

Charlie Kaufman senaryolarından uyarlanan “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” ve özellikle “Being John Malkovich” filmlerinin havasını taşıyan bu film yönetmen Sophie Bartes’in ilk uzun metrajlı çalışması. Absürtlüğü normalliğin alanına çeken hikâyesi Paul Giamatti’nin kendisini oynadığı karakterine dayanan filmin bu hikâyesi, farklılığına rağmen amaçladığı kadar orijinal görünmüyor ama dramı komedi ile yeterince etkili biçimde kaynaştırmayı başararak kendisini seyrettiriyor.

Yaratıcılığını ve sanatını sergilemekte bir tıkanıklık içinde olan bir sanatçının hikâyesi ilk bakışta kitleler için bir parça fazla entelektüel görünebilir ve Giamatti karakterinin Vanya dayı oyunundaki performansının ruhunu çıkarttırmadan önceki ile sonraki düzeyleri arasındaki fark bu klasik oyunu bilenler için daha fazla anlam ifade edebilir ama senaryo bu entelektüel görünümü örneğin işi ruh ticaretine döken Rus mafyasını hikâyeye katarak, bu hikâyesine komediyi yedirerek ve elbette Giamatti’nin oyunu sayesinde filmi rahat ve kolayca takip edilebilen sinema eserlerinin arasına sokuyor. Filmi seyrettikten sonra neden yönetmenin başlangıçta baş rol için Woody Allen’ı düşündüğünü kolaylıkla anlayabiliyorsunuz çünkü Giamatti karakterinin tedirgin entelektüel kişiliği Allen’ın kendisinin canlandırdığı tipik rollerinden birinin tekrarı adeta. Yine de burada ciddi bir fark var; Giamatti Woody Allen’ın aksine karakterinin komediye dokunan patetik yanını özellikle gözümüze sokmuyor ve tam tersine rolünü sıcak ve doğru bir ciddiyet içinde canlandırırken oyunculuğunun zirvesinde geziniyor. Sanatçının oyununa rağmen filmin senaryodan kaynaklanan eksiklikleri tam anlamı ile kaybolmuyor ne yazık ki. Rusya’dan para karşılığında insanlardan ruhlarını alıp taşıyıcı insanlar aracılığı ile ABD’ye gizlice sokan mafyanın varlığı örneğin, ruhun değil de bedenlerin eski Doğu Bloku ülkelerinden Batıya pazarlandığı düşünülünce seyircinin filmin bu yanından rahatsız hissetmesine neden olabilir. Ruh ticareti esprisi yerine beden ticaretinin dramı, evet başka bir filmin konusu ama, daha doğru bir seçim olabilirmiş. Senaryonun başlangıçtaki tamamı ile orijinal olmasa da çarpıcı görünümü hikâye ilerledikçe derinleşemiyor ve Charlie Kaufman’ın senarist olarak farkını da hissetmemizi sağlıyor. Senaryodaki kimi küçük anlamsızlıklar da, örneğin kahramanımıza kendisine nakledilen ruhun bir Rus şaire ait olduğunun söylenip ruhun orijinal sahibinin cinsiyetinin söylenemiyor olması veya kendisi başkasının ruhunu nakil alan kahramanımızın kendi ruhu başkasına nakledilince tepki göstermesi, zaman zaman göze batabiliyor film boyunca.

Kahramanımızın kendi ruhu ile, “ruhsuz” ve başkasının ruhu ile geçirdiği zamanlar arasındaki farklılıkları gözlemenin, her ne kadar film bu konuda yeterince güçlü olmasa da, keyif de verebileceği film ruh, beden, ikisinin birlikteliği ve birbirinden bağımsızlıkları üzerine düşüncelere de sevk edebilecek bir çalışma. İdare edecek kadar zeki, yeterince şık ve özellikle Giamatti’nin öne çıktığı oyunculuklar ile seyre değer bir film özet olarak.

(“Dondurulmuş Ruhlar”)