BlacKkKlansman – Spike Lee (2018)

“Güzelliği tanımlayan, burnun küçüklüğü müdür? İnce dudaklar? Beyaz ten? Kahretsin, hayır! Çünkü sizde bunların hiçbiri yok. Bizim dudaklarımız kalın, burnumuz geniş, saçımız kıvırcık. Biz siyahız ve güzeliz”

Yahudi meslektaşı ile birlikte Ku Klux Klan’a sızan siyah bir polisin örgütün planlarını ve eylemlerini deşifre etmesinin hikâyesi.

Ron Stallworth’un “Black Klansman” adlı anı kitabından uyarlanan senaryosunu Charlie Wachtel, David Rabinowitz, Spike Lee ve Kevin Willmott’un yazdığı, yönetmenliğini Spike Lee’nin yaptığı bir ABD filmi. 1970’lerde Colorado’da geçen ve gerçek olaylardan -zaman zaman hayli serbest bir biçimde- uyarlanan ilginç öyküsü ve Spike Lee’nin su gibi akıp giden becerikli mizanseni ile dikkat çeken yapıt, En İyi Film’in de dahil olduğu altı dalda aday olduğu Oscar’ı Uyarlama Senaryo dalında kazanırken, Cannes’da Büyük Jüri Ödülü’nün sahibi olmuştu. Komedisi de olan bir suç draması olarak tanımlanabilecek türü, Barry Alexander Brown imzalı sağlam kurgusu, dönemin müziklerinden seçilmiş sıkı soundtrack’i ile Terence Blanchard imzalı orijinal müziği ve ABD’de Trump ile zirvesine çıkan “Yeni Sağ”ın ülkeyi içine düşürdüğü kaosu hatırlatan öyküsü ile kesinlikle çekici bir film bu. Lee’nin yapıtının temel problemi ise sonuçta bir Amerikan filmi olduğunu hatırlaması ve gereksiz bir uzlaşmacı liberal tuzağına düşmekten kaçın(a)maması.

Ron Stallworth 1972’den 1980’e kadar görev yaptığı Colorado Emniyeti’ndeki ilk siyah polismiş ve bu ilk olma durumunun ilginçliği yetmezmiş gibi, gazetede dikkatini çeken bir ilandaki telefonu arayarak başlattığı soruşturma ile kendisini ırkçı Ku Klux Klan’ın (KKK) içinde buluvermiş. Bir siyah olarak bu örgütle ilişki kurmasının zorluğunu ise şöyle hallediyor Stallworth: Kendisi örgüt üyeleri ile sadece telefonda konuşurken, yüz yüze görüşmeleri onun kimliğine bürünen bir beyaz polis yapmış. Soruşturma bittiğinde bu gizli görevinden polis örgütü dışında hiç kimseye bahsetmemiş Stallworth ve 1980’de Utah’da devam ettiği polislikten 2005’te emekli olduktan 9 yıl sonra Ku Klux Klan ile olan tecrübesini “Black Klansman” adı ile kitaplaştırmış Stallworth. Kuşkusuz bir sinema filmi için hayli güçlü bir malzeme sağlayan bir karakter ve olay örgüsü varmış kitapta ve Amerikan sineması da bu potansiyeli değerlendirmekten elbette geri kalmamış; kalmamış ama öyküye anlaşılabilir / gerekli (sinemasal açıdan) değişiklikler dışında, ticarî düşüncenin sonucu olan müdahalelerde de bulunmuş kuşkusuz.

Film Victor Fleming’in Amerikan sinemasının klasiklerinden biri olan 1939 yapımı “Gone With the Wind” (Rüzgâr Gibi Geçti) adlı yapıtından bir sahne ile açılıyor. Yüzlerce yaralı askerin yerlerde yattığı koca bir alanda bir kadın bir doktoru arıyor adını seslenerek; “Tanrı Konfederasyon’u korusun” sözleri arasında kamera geriye çekilerek yükselirken, kadraja Konfederasyon bayrağı giriyor. 1861 – 1865 arasındaki Amerikan İç Savaşı’nda kölelik yanlısı Güneylilerin oluşturduğu konfederasyon güçleri bu sahnede gördüğümüz ve Fleming’in güçlü klasiği bugün, beyazların siyahlarla ilgili klişelerini ve kölelik günlerini “Eski Güzel Günler” özlemi ile sergilemesinden dolayı hayli sert bir biçimde eleştiriliyor. Trump’ın başkan seçilmesi ile çok daha görünür olan “Beyaz Güç” taraftarlarının bugün ellerinde sık sık Konfederasyon bayrakları ile dolaşması, Amerika’nın ırkçılık geçmişi ile bırakın yüzleşmeyi, onu hâlâ doğasında barındırdığını gösteriyor bize. Spike Lee Amerika’nın liberal siyah sinemacılardan biri olarak, Afrika kökenli Amerikalıların ülkedeki geçmişi, bugünü ve geleceğine odaklanan hikâyeler anlatırken, odağına da hemen hep siyah karakterleri alan bir isim. Dolayısı ile bir siyah polisin, bugünkü Trump taraftarları ile aralarında çok da kalın bir çizgi olmayan KKK’ye sızması Lee için siyahların filme de yansıyan bir şekilde geçmişini ve bugününü (elbette geleceğini de) anlatmak için iyi bir fırsat olmuş.

Gerçek bir olayı anlatan ve bu bağlamda pek çok gerçek karakteri de karşımıza getiren bir öyküsü var filmin. Ron Stallworth’un kendisi dışında, sivil haklar aktivisti Kwame Ture’den KKK’in ulusal lideri olan ırkçı ve antisemitik David Duke’a farklı karakterler bir kurgu filmin karakterleri olarak yerlerini alıyorlar filmde ama Spike Lee, sonlardaki gerçek görüntülerle, anlattığının ve bu karakterlerin bir kurgudan çok daha fazlası olduğunu ve günümüze ait olduğunu söylüyor güçlü bir şekilde. Filmin 2017’de faşistlerin düzenlediği yürüyüşü protesto edenlerin arasına dalan bir aracın öldürdürdüğü Heather Heyer’a ithaf edilmesi bu açıdan doğru ve tutarlı bir seçim olmuş. Ne var ki senaryonun gerçekte olan bitenleri, sinemasal gerekliliklerin sonucu olmadan, süslemesi tuzağına da bilinçli olarak düşülmüş. Bu süslerden üçü özellikle rahatsız edici gerçek öyküyü bilenler için; bu durumdan habersiz olanlar ya da bu tür değişikliklerin yapılmasını çok da umursamayanlar için önemli olmasa da, yine de anmakta yarar var bu eklemeleri; var çünkü her üçü de Lee’nin uzlaşmacı / yumuşatıcı tavrının birer örneği. Bunların ilki, abartılı bir karikatür tiplemesi olarak hikâyeye eklenen bir beyaz polis ve sonlarda ona oynanan oyun belki eğlenceli ama bir o kadar da sistemin kendini temizleyebildiği duygusunu yaratma çabasının ürünü. Bir diğerinde ise gerçekte yaşanmayan bir bombalama sahnesi izliyoruz ki bu da tüm çekiciliğine (temposu, mizanseni ve eğlencesi ile başarılı bir bölüm kesinlikle) rağmen “kahraman polisler” temasının altını çiziyor aslında. Ron Stallworth’un soruşturmasında birlikte çalıştığı ve KKK ile olan görüşmelere onun yerine katılan beyaz polisin kimliği bugün hâlâ bilinmiyor; senaryonun ona bir kimlik vermesi kesinlikle yanlış değil hikâyedeki önemini düşündüğünüzde ama bu karakterin gerçekle ilgisi olmayan bir şekilde Yahudi olarak çizilmesi üzerinde durmak gerekiyor; çünkü KKK sempatizanlarının (veya bu sempatilerinin farkında bile olmayan ırkçıların) bir başka hedefi de -tüm o komplo teorileri ile birlikte- Yahudiler. Dolayısı ile senaryo, siyah olmak kadar önemli bir başka olguyu öyküye yerleştiriyor ama hak ettiği, gerektiği kadar değerlendirmiyor bu durumu ve bu nedenle sonuç, seyirciyi tavlamak için gerçeğin gereksiz bir biçimde değiştirilmesi oluyor sadece.

Özellikle düşük bütçeli korku ve bilim kurgu filmleri ile tanınan bağımsız sinemacı Ted V. Mikels 1966’da, Afrika kökenli olan ama açık renk teni yüzünden beyaz olduğu sanılan bir adamın, KKK’den kızının intikamını almasını anlatmıştı “The Black Klansman” adlı filminde. Lee’nin filmi Mikels’inkinden sadece daha büyük bütçesi ve gerçek bir hikâyeden yola çıkması ile ayrılmıyor; Lee aynı zamanda oyuncuların performanslarına da yansıyan bir mizahı da olan bir yapıt koymuş ortaya. Başlardaki sahnede, ırkçı bir vaizin Martin Luther King’i komünist olmakla suçlamaktan “dünyayı yöneten Yahudiler” komplo teorilerine uzanan ve eşitlik alanında insanlığın ulaştığı tüm değerleri aşağılayan konuşmasında olduğu gibi alaycı bir mizahı var filmin. Bu eğlence Heather Heyer cinayeti gibi sert bir gerçekliği olan final ile ne kadar uyuşuyor tartışmaya açık ama bunu bir kenara koyarsanız, mizah filme belli bir çekicilik katıyor kesinlikle. Irkçı polise Ron ve arkadaşlarının oynadığı oyunu izlediğimiz sahnenin eğlendiriciliği ise bir kenara koyulabilecek gibi değil; çünkü bu polis silahsız bir siyah çocuğu öldüren ve herkesin bildiği bu suçtan rahatlıkla sıyrılmış bir adam. Lee’nin bu adamın oyuna geldiği sahnede eğlenmemizi ve mutlu olmamızı beklediği açık ama kesinlikle gereksiz bir yumuşatma bu ve filmin genel uzlaşmacı tavrının da en net örneklerinden biri.

Evet, Spike Lee yönetmenlik becerisini parlak bir şekilde sergilediği bu filminde tüm anaakım Amerikan sinema yapıtlarında olduğu gibi eleştirisini kesinlikle sertlikten uzak tutmuş; bunun nedeni filmin mizahı değil, senaryonun tipik bir Amerikan liberalliği ile kurumlardan -burada polis gücü- çok bireyleri hedefine koyması ve sayısı az ya da çok, bu bireylerin temizlenmesi hâlinde düzenin de aklanacağını söylemesi. Yukarıda anılan “kahraman polis” sahnesi bu nedenle sert bir eleştiriye uğramış ve “sokaklarında polislerin siyahları sadece siyah oldukları için dövebildiği, öldürebildiği bir ülke”de, böyle bir sahneyi, üstelik de ana teması ırkçılık olan bir filme koyması tepki ile karşılanmıştı. Lee’nin düzene söz etmeme gayreti, ırkçı polisin tuzağa düşürüldüğü sahnede, polislerin amirini de “iyiler”in arasına koyması ile gösteriyor kendisini. Siyah radikaller ile KKK’yi aynı kefeye koymaya neden olabilecek bir öykü akışı da eklenmeli bu duruma. Ne var ki tüm bu ve benzeri problemler, Lee’nin geniş kitlelerin gündemine ülkedeki ırkçılığı ve gittikçe büyüyen tehlikeyi sokmasının değerini azaltmıyor. Özetle, filmin sorunu sergilediği resimde değil, bu resmin nasıl düzeltileceği konusundaki tercihlerinde yatıyor. Sonuçta filmin “kahraman”ı bir polis ve siyah aktivistlerin arasına da sızan bir istihbaratçı.

Finaldeki -gerçekte yaşanmamış- David Duke konuşmasının eğlendiriciliği; -inandırıcılığı tartışmalı olsa da gerçekten de böyle olduğu söylendiği için tartışmaya açamayacağımız- aynı rolü telefonda ve yüz yüze buluşmalarda iki farklı insanın oynamasının neden olduğu gerilimli komedisi; KKK üyelerinin çılgın tezahüratlarla “The Birth of a Nation” (D. W. Griffith, 1915) izleme sahnesi ve Ron Stallworth’u oynayan John David Washington ile partneri Flip’i canlandıran Adam Driver başta olmak üzere oyuncuların komediye yakın duran ama belli bir sınırı hiç aşmama başarısı (senaryonun karikatürleştirdiği ırkçı polis Landers’i oynayan Fred Weller bile bu sıkıntıyı aşmayı başarmış) ile sonuçta ilgiyi hak eden bir film bu. Üstelik Amerikan sinemasınıın ırk ayrımı konusundaki sorunlu geçmişini de açığa çıkarıyor senaryo ve “Gone With the Wind”, “The Birth of a Nation” ve “Blaxploitation” (Amerikan sinemasında özellikle 1970’lerde bolca üretilen ve siyah karakterlerin klişe unsurlarının “sömürüldüğü” filmler) örnekleri üzerinden meselenin popüler sinemada ele alınma şekline de çekici bir biçimde değiniyor.

Aralarında Cornelius Brothers ve Sister Rose’un seslendirdiği ve bugün R&B klasiklerinden olan “Too Late to Turn Back Now”un da olduğu çekici şarkıların ve Terence Blanchard’ın tıpkı öykünün kendisi gibi ironik tonları olan orijinal müziğinin de değer kattığı filmin politik olarak sorunlu (ya da yetersiz) duruşu sonuçta filme zarar vermiş. Siyah kadın aktivistin “İşleri içeriden değiştiremezsin; sistemin kendisi ırkçı” söylemine karşı duran Ron Stallworth’un yanında olmayı seçen ve filmine yapılan politik eleştirileri “Asla bütün polislerin kötü olduğunu, bütün polislerin siyahlardan nefret ettiğini söylemeyeceğim” sözleri ile yanıtlayan Spike Lee’nin tercihleri bir yana; iyi anlatılmış ve çekici / eğlenceli bir film bu kesinlikle.

(“Karanlıkla Karşı Karşıya”)

She’s Gotta Have It – Spike Lee (1986)

“Aslında her şey bedenimin, aklımın konrolü ile ilgili. Onların sahibi kim olacaktı; onlar mı ben mi? Ben tek erkekli kadınlardan değilim. İşte bu kadar”

Aynı anda üç erkekle birlikte çıkan Brooklynli bir sanatçının, bedeni ve hayatı ile ilgili özgürlük tercihinin sonuçlarının hikâyesi.

Üniversitede okurken yaptığı bir kısa (“Last Hustle in Brooklyn”) ve bir orta metrajlı (“Joe’s Bed-Stuy Barbershop: We Cut Heads”) filmden sonra çektiği, bu ilk uzun metrajlı çalışmasında Spike Lee hem senaristliği hem yönetmenliği üstlenmiş. 1986 ABD yapımı olan ve 175 Bin Dolar gibi çok düşük bir bütçe ile çekilen film Lee’nin sinemaya sıkı bir giriş yapmasını sağlamıştı. Özgür havası ve sinema dili ile 1960 ve 70’lerin Fransız sinemasına yakın duran bu bağımsız Amerikan filmi kendine özgü mizahı ve sinema dili ile ilgi çekiyor öncelikle. Lee’nin kurguyu ve yapımcılığı da üstlendiği film bu tür hikâyelerde genellikle erkeklere verilen rolü bir kadın karaktere teslim ederek senaryoyu kadın bakışı, arzuları ve seçimleri üzerinden kurmuş ve daha sonra kendisinin de doğru bir pişmanlık duyduğu bir sahne dışında, gelişmeleri hep bu seçimin üzerine kurmuş. İlginç, özgün, esprili ve uçarı havalı bir film.

Spike Lee’nin ticari gösterime çıkan bu ilk filmi bugün de popülerliğini koruyan bir yapıt; öyle ki 2017’de Lee Netflix’de 2 sezon süren bir diziye dönüştürdü hikâyesini. Bu dizi için kullandığı bütçeye 1986’da sahip değildi sinemacı ve sadece 12 günde gerçekleştirilen çekimlerde, yolunda gitmeyen bir sahneyi tekrarlama imkânı da pek yoktu elinde. Kadının üç aşığından birini de canlandıran Lee’nin filmdeki ünlü repliklerinden biri (“Please baby please baby please”) sanatçının sözlerini unutmasının sonucunda o anda uydurduklarından oluşuyor ama kullanılmaya karar verilmesinin nedeni sadece herkesin hoşuna gitmesi değil, aynı zamanda sahneyi yeniden çekmenin maliyeti de olmuştu örneğin. Hikâyenin önemli bir kısmı Nola adındaki karakterin stüdyo tarzı evinde geçiyor ve Spike Lee’nin aile bireyleri de katkı sağlamışlar filme. Nola’nın babasını canlandıran ve filmin caz esintili müziklerini hazırlayan Bill Lee yönetmenin kendi babası; hikâyede Clorinda adlı karakteri canlandıran Joie Lee ise Spike Lee’nin kız kardeşi. Hikâyede farklı zamanlarda karşımıza çıkan Brooklyn fotoğraflarını (şehirden çok insanlarına odaklanan oldukça başarılı fotoğraflar bunlar) erkek kardeşi David Lee çekmiş ve bir diğer erkek kardeşi Cinque yapım asistanlarından biri olarak görev yapmış. Avrupa sinemasından, Jim Jarmusch’tan ve bir parça da Woody Allen’dan izler taşıyan film düşük bütçesinin sıkıntısını çekmiyor açıkçası; çünkü Lee’nin senaryosu kahramanının sevgilileri ile olan ilişkisinin ve “benim bedenim/ruhum, benim kararım” anlayışının sonuçlarını anlatırken, daha çok erkek ve kadınların ilişkilere bakışlarına odaklanıyor ve büyük bütçelere de ihtiyaç duymuyor.

Film Amerikalı yazar ve antropolog Zora Neale Hurston’ın 1937 tarihli “Their Eyes Were Watching God” adlı romanından uzun bir alıntı ile başlıyor. 2005 yılında televizyona -temalarının önemli bir kısmı dışlanarak- uyarlanan bu roman cinsiyet kimlikleri ve Afrika kökenli kadınların cinsiyet kalıplarından, ev içi şiddetten ve ırkçılıktan kurtulmalarını anlatır. Lee’nin filmini açmak için seçtiği alıntı ise kadınların ve erkeklerin farklı çalışan zihinleri üzerine; kadınlar için “hatırlamak istemediklerini unutuyor, unutmak istemedikleri her şeyi hatırlıyorlar” diye yazan Hurston uzaktaki bir gemi metaforunu kullanarak erkeklerin asla düşlerine erişemediğini, kadınların ise iradelerini kontrol ederek düşlerinin peşinde koşabildiklerini öne sürüyor. Lee’nin hikâyesi de düşlediğini gerçekten de yaşayan bir kadını anlatıyor. Nola birbirinden çok farklı karakterleri olan üç erkekle birlikte yaşarken ne onlardan bunu saklama gereği duyuyor ne de adamların her birinin tek olma arzusuna boyun eğiyor.

Hayli uzun tutulmuş ve bir parça havada kalan bir doğum günü kutlaması dışında filmi siyah-beyaz çekmiş Lee ve bu tercihin sağladığı görsel estetiği de başarı ile kullanmış. Daha sonra da Lee ile pek çok iş birliği olan Ernest Dickerson’ın görüntüleri özellikle iç mekânlarda ve yakın planlarda oldukça önemli bir katkı sağlamış filme. Filmin rating’ini tehlikeye atmamak için bazı sahneleri kesilmiş olsa da, Lee’nin filminin dozunda ve hayli estetik erotizminin önemli unsurlarından biri bu sahnelerdeki kamera çalışması olmuş. Bill Lee’nin caz müzikleri de filmin “artistik” atmosferine uygun, zaman zaman bir tekrar havasına düşse de.

Nola’yı ve diğer karakterleri sık sık kameraya (bize) doğru konuşturuyor Lee ve “dördüncü duvar”ı yıkıyor oyuncular ile seyirci arasındaki. Filmine bir “sahte belgesel” havası vermek için yapmış bunu yönetmen ve Nola’nın ağzından duyduğumuz ilk cümleler de sanki bir gerçek karakterin hikâyesini seyredeceğimiz havasını yaratıyor. Daha sonra da başta üç erkek olmak üzere diğer pek çok karakter Nora ile ilgili tecrübelerini ve onun hakkındaki düşüncelerini paylaşıyorlar bizimle. Bu açıdan hikâyeyi -Yavuz Özkan’ın 1995 tarihli yapıtından esinlenerek söylersek- “Bir Kadının Anatomisi” olarak adlandırmak mümkün. Üç erkek de diğerlerini kıskanıyor ve varlıklarından rahatsız oluyorlar ama Nola’yı da bir türlü terk etmiyor ya da edemiyorlar. Lee hatalı olduğunu kendisinin de kabul ettiği bir sahne dışında feminist yaklaşımlı bir içerikle anlatıyor hikâyesini. Nola’nın, kadın vücudunu tanımayan erkekleri eleştirmesi ve erkeklerin hayran olduğu cinsel becerilerini özellikle “kendi odası”ndayken sergilemesi, hikâyenin kadınlara yanaşan erkeklerin klişe sözleri ile dalga geçmesi vb. farklı ögelerle kadın karakterinin erkekler üzerindeki iktidarını vurguluyor Lee. Ne var ki tüm bu tercihi bir sahne ile yok ediyor neredeyse yönetmen. Tecavüzü hafif gösteren ve neredeyse “hak etti” alanına taşıyan bu tercih çok ciddi bir sorun. Bu hatasını yeterince olgun olmamasına bağlamış yıllar sonra Lee ama o kocaman hatayı bu özür nedeni ile görmezden gelmek mümkün değil. Senaryonun bir başka aksayan yanı da Nola gibi bir karakterin erkeklerden birinin sözü üzerine bir terapiste gitmesinin hiç de gerçekçi olmaması. Bu bölümü kadının “normal”liğini anlatmak için yaratmış görünüyor Lee ama sahnenin gerçekçi görünmemesi fazlası ile mesaj kaygılı kılıyor onu.

“Nola için bir vücudun parçalarından ibarettik” diyor erkeklerden biri, bir diğeri ise kadının kendilerini üç ayrı birey olarak değil de, tek bir organizma olarak gördüğünden şikâyet ediyor. Sinemanın çoğunlukla bir erkek kahraman üzerinden ele aldığı bu türden bir hikâyeyi Lee’nin “erkeklik hâlleri” ile dalga geçerek ele alması kuşkusuz filmi ayrı bir konuma koymak için yeterli. Doğum günündeki dans gösterisinin Nola’nın gözünden gösterilmeyip, sanki seyirci (biz) için sahnelenmesi; başroldeki Tracy Camilla Johns’un kameraya konuştuğu anlarda bazen bir metni okuyormuş havası vermesi (bu tür sahnelerin ustalıklı kullanımına Bergman’ın “Sommaren med Monika” (Monika ile Bir Yaz) filmi örnek verilebilir) ve ele aldığı konuları hak ettikleri kadar derinleştirmemesi gibi sorunları olsa da kesinlikle ilgiyi hak eden bir sinema yapıtı bu. Abartılmamış mizahı ile eğlencesi artan film bir Brooklyn övgüsü de olmanın yanı sıra, Afrika kökenli kadınların cinsel kimlikleri ve özgürlüklerine de “devrimsel” bir bakış atması ile de önem taşıyor.

Oyuncuların ellerindeki çekim tahtası (klaket) ile kendilerini tanıttıkları eğlenceli kapanış jeneriğinde “Bu filmde “Jeri Curl” (1980’li yıllarda ABD’de siyahlar arasında popüler olan bir saç kesimi modeli) ve uyuşturucu yer almamaktadır” ifadesine yer verilen ve -Virginia Woolf’u hatırlayarak söylersek- kadının kendisine ait bir odanın anlamını vurgulayan film Amerikan bağımsız sinemasının önemli örneklerinden biri. Çekimlerin gerçekleştirildiği Brooklyn’in Fort Green adındaki bölgesinin popülerliğini artıran filmdeki oyunculuklar açısından bakıldığında, kadının üç aşığını canlandıran Tommy Redmond Hicks (Jamie), Spike Lee (Mars) ve John Canada Terrell’ın (Greer) performanslarının Tracy Camilla Johns’a nazaran çok daha eğlenceli ve güçlü olduğunu da belirtmek gerekiyor. Siyah erkeklere biçilen ve klişeler üzerinden üretilen tek tipliği birbirinden çok farklı üç karakteri ile eğlenceli bir şekilde ret eden ve sinemanın rafine edilmediği zaman ayrı bir tadı olduğunu da hatırlatan filmi görmekte yarar var.

Malcolm X – Spike Lee (1992)

“Amerikan düşünü görmüyoruz, Amerikan kâbusunu yaşıyoruz!”

Bir suikast sonucu hayatını kaybeden Müslüman lider ve insan hakları savunucusu Malcolm X’in hayat hikâyesi.

ABD tarihindeki en önemli Afrika kökenli Amerikalılardan biri olan Malcolm X’in hayatını anlatan film, Amerikalı yazar Alex Haley’nin Malcolm X ile yaptığı röportajlardan sonra onun adına yazdığı ve “The Autobiography of Malcolm X” adını taşıyan kitabın sinema uyarlaması ve senaryoda Arnold Perl, jenerikte adı belirtilmese de James Baldwin ve yönetmenliği de üstlenen Spike Lee’nin imzası var. 200 dakikayı aşan süresi ile film, tarihte önemli bir yeri olan bir karakteri karşımıza getirirken öncelikle kahramanının öneminden sonra da rolü ile Oscar’a aday gösterilen (ama ödülü kazanamayan) Denzel Washington’un performansından alıyor gücünü. Amerikan tarihinin tartışmalı bir karakterini ve onun uzun bir süre parçası olduğu Nation of Islam kurumunu lideri Elijah Muhammed ile birlikte odağına alan filmde epik bir hava yaratmaya çalışmış Spike Lee ve uzun süresine rağmen ilgi ile seyredilen bir sonuç koymuş ortaya. Malcolm X’i kimin öldürttüğü yasal statü olarak bakıldığında belirsiz olsa da, film Nation of Islam’ın liderlerini ve onlarla işbirliği yaptığını ima ettiği devleti suçlarken, kimi gerçek görüntülerle bugün hâlâ siyahlara karşı ayrımcılığın sürdüğünü de söylüyor net bir dille. Lee’nin ilk bölümlerde hayli hafif ve neredeyse bir müzikale yakışan bir dil kullanarak biraz tuhaf bir seçim yaptığı film görülmesi gereken bir çalışma.

Malcolm X’in sesine eşlik eden ve polislerin bir siyah adamı vahşi bir şekilde dövdüğü gerçek görüntülerle açılıyor film. Yanan bir ABD bayrağı ile sona eren bu görüntülerde dövülen kişi bir taksi şoförü olan Rodney King ve onun uğradığı polis vahşeti 1992’de Los Angeles’da siyahların ayaklanmasına sebep olmuş ve 63 kişi hayatını kaybetmişti çıkan olaylarda. Malcolm X’in oldukça sert ve tüm beyazları suçlayan konuşmasına eşlik eden bu görüntülerin seçilme nedeni muhtemelen bu sert ifadelerin arkasındaki gerekçeleri seyirciye net bir şekilde iletmek olmalı. Bu görüntülerden İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Boston’a gidiyor film ve dönemin siyah gençleri arasında moda olduğu şekli ile saçını hayli acı veren bir operasyonla beyazlarınki gibi düzelttiren ve bir siyah için en büyük ödül olan beyaz kadının peşinde dolaşan bir genç adamı getiriyor karşımıza. Karıştığı hırsızlık sonucu on yıl yatmak üzere gönderildiği (ve altı yıl sonra şartlı olarak salıverileceği) cezaevindeki günlerine kadar geçen bu bölümde serseri, uyuşturucu kullanan ve irili ufaklı suçlara bulaşan bir genç adam seyrediyoruz. Bu ilk bölümü ilginç ve açıkçası -belki bölümün içeriğine uysa da- yanlış görünen bir sinema dili ile anlatıyor Spike Lee. Evet, hayli dinamik ve hatta eğlenceli sahneler var bu bölümde ama bu sıfatların ikincisi hikâyeye pek uymuyor. Adeta bir müzikal seyrediyoruz bu bölümde. Koca bir ay görüntüsüne doğru at süren Ku Klux Klan üyeleri, adeta bir Gene Kelly gibi parkta neredeyse dans ederek yürüyen ve hatta tam da bir müzikale yakışacak şekilde bankların sırtına basarak atlayan kahramanımız ve çok ama çok uzun tutulmuş bir toplu dans sahnesi gibi pek çok örneği var bu yanlış seçimin. Dans sahnesinde karakterleri hikâyenin içeriğine uygun bir şekilde seyretmiyoruz; Lee bir müzikalde böyle bir dans sahnesi nasıl çekilecekse o şekilde oluşturmuş bu sahneyi ve dansın kendisine odaklanmış; üstelik bununla da yetinmeyerek dansın sonunda yerde kayan karakteri kameraya baktırmış bir de! Sonunda tüm bu ilk bölüm, -herhalde filmi yapanların da hiç arzu etmediği bir biçimde- o kadar da kötü, büyük bir tövbekârlık gerektiren bir hayat değilmiş bu diye düşündürtüyor.

Film, Malcolm X’in bir siyah olarak karşılaştığı ayrımcılığı yukarıda bahsedilen ilk bölümde ikna edici bir etkileyicilik ile anlatırken cezaevinde geçen “aydınlanma” bölümü yeterince çarpıcı değil açıkçası. Üstelik bu bölümde Lee’den beklenmeyecek bir şekilde klişelere başvurması da (vaazı dinleyen ve “aydınlanan” yüzleri tarayan kamera ve bu anlara eşlik eden bir parça mistik müzik gibi) filme zarar vermiş. Daha sonra gelen “cemaat” lideri ile ilk tanışma sahnesi ise sinemasal öneminden çok ülkemizin “cemaat”ini, onun liderini ve koşulsuz olarak biat eden takipçilerini hatırlatması, heyecandan titremeleri ve ağlamaları göstermesi ile bizim için ayrıca önemli olsa gerek. Denzel Washington’un bu sahnedeki performansının bir örneği olduğu güçlü oyunculuğu, karakterinin hayatının her dönemini doğru bir tonda oynamasını ve zor -ve hassas bir karakteri canlandırması nedeni ile de eleştiriye hayli açık- bir rolün altından ustalıkla kalkmasını sağlıyor. Malcolm X’in güçlü belagat yeteneğini ve kitleleri peşinde sürükleme gücünü kesinlikle ikna edici bir biçimde getirmiş perdeye Washington ve filmin de en önemli kozlarından birisi olmuş.

Parçası olduğu Nation of Islam örgütünden koparak tüm beyazları düşman görmekten uzaklaşan ve ırkından bağımsız olarak tüm mazlumların dayanışmasını savunmaya başlayan Malcolm X’in bu dönüşümünün etkileyiciliğini yaratan Lee’nin klasik bir biyografik film bakışını taşıyan sahnelemelerinden çok hikâyenin içeriği oluyor yine. Açıkçası Lee’nin elinin en çok dokunduğu bölüm ilk bölüm ki o da yukarıda belirtildiği gibi doğru bir sinema dili içermiyor. Uzun sürenin bile karşılayamadığı/karşılayamayacağı kadar çok şey anlatmaya çalışmak yerine örneğin cezaevi öncesindeki bu bölümü tamamen çıkarmak yoluna gitmesi (ve böylece bu bölümdeki müzikal havasından da kurtulması) çok daha doğru olurmuş açıkçası.

Hayli sıkı bir soundtrack’i ve trompetçi Terence Blanchard’ın hazırladığı başarılı bir orijinal müziği olan filmin kapanışını oldukça Hollywoodvari bir mesaj havası ile yapmış Lee ne yazık ki. Tek tek ayağa kalkıp “Ben Malcolm X’im” diye bağıran küçük çocukların görüntüsü bir propaganda filmine yakışacak bir kabalık taşıyor. Anlattığı hikâyenin ve kahramanının önemi mi Lee’yi bu yola sevk etmiş bilinmez ama sonuç hiç parlak olmamış. Kapanış jeneriğinde -filmin bütçesi için gerekli paranın bulunmasına sağladıkları katkı- nedeni ile teşekkür edilenlerden biri olan (İngilizce olarak “Thank Allah for” ifadesi ile üstelik) Bill Cosby’in 1965 ile 2008 arasındaki cinsel tacizlerinin günümüzde ortaya çıktığını da düşünürsek bunu da bir “talihsizlik” olarak görmek gerek Lee adına; çünkü Malcolm X’in Nation of Islam’dan ve sonsuz bir sadakatla bağlandığı lideri Elijah Muhammed’den kopma nedeni bu adamın sekreterleri ile “zina”sı ve bunu da kendisinin önemi nedeni ile “tohumlarını her yere serpmesi gerektiği” ile izah etmesi olmuştu.

Rolüne hazırlanırken domuz yemeyi bırakmak gibi Hollywood usulü “fedakârlık”lar gösteren (bu eylemin karakterini daha iyi anlamasını sağlayacağına gerçekten inanmış oyuncu, Hollywood şovuna uygun bir biçimcilikle) Washington’un performansının sürüklediği filmin ilk senaryosunu aslında ünlü yazar James Baldwin, Arnold Perl ile birlikte yazmış ama Baldwin’in ailesinin talebi üzerine adı çıkarılmış jenerikten. Görüntü yönetmeni Ernest Dickerson’ın özellikle cezaevi öncesindeki bölümlerdeki kamera çalışmasının da hayli başarılı olduğu film tarihteki önemli bir karakterin kırk yılını bir film süresi içinde anlatmaya çalışmasınının da bazı sıkıntılarını yaşayan ama gerek bu kusuru gerekse yukarıda sıralanan diğer problemlerine rağmen görülmesi gerekli bir çalışma. Belki de Spike Lee’nin anlattığı karaktere hayranlığının neden olduğu bu problemler filmi görmeye engel olmamalı kesinlikle. Malcolm X’in öldürülmesinin üzerinden geçen 53, filmin üzerinden geçen 26 yıla rağmen siyahların ABD’deki toplumsal statülerinde aslında pek de bir değişiklik olmamasının da (Obama’nın başkan olabilmesinin karşısına tüm güncelliği ve haklılığı ile “Black Lives Matter” hareketini koyarak düşünelim ülkedeki durumu) kanıtı olduğu gibi hâlâ güncel bir film bu.

Summer of Sam – Spike Lee (1999)

“Öldüreceğim, öldüreceğim… Ne söylersen yapacağım. Emredersiniz, efendim! Öldüreceğim! ÖLDÜRECEĞİM!”

New York’ta 1976 yaz aylarında başlayıp bir yıl süren seri cinayetlerin ve bölge sakinlerinin hikâyesi.

ABD’de 1976 ve 1977’de gerçekten yaşanan seri cinayetlerden esinlenen hikâye yönetmen Spike Lee’nin 1999’da çektiği bu filme kaynaklık etmiş. Oldukça hareketli, bol konuşmalı, renkli ve kesinlikle gereğinden uzun film malum f’li kelimenin sinemada en çok kullanıldığı üçüncü film olarak da hatırlanıyor bugün (bu üç filmden birinin bu kelime üzerine çekilmiş bir belgesel olduğunu söylersek durum daha iyi anlaşılır sanırım). Şiddet, müzik ve seksin bölgede yaşayanların hayatlarının ana öğeleri olduğu hikâyeyi Lee, dönemin gözde şarkılarını (başta disko olmak üzere ABBA’dan Marvine Gaye ve Elton John’a ve elbette dönemin punk şarkılarına) bolca kullanarak ve oldukça hareketli bir sinema dili ile anlatıyor. Sonuç ilgiyi hak eden ama kimi kusurları da barındıran bir çalışma.

Dönem erkeklerin İspanyol paça giyip birer John Travolta (“Saturday Night Fever” filmindeki hali ile düşünelim) kılığında kadınların peşinde gezindiği, disko müziğin hüküm sürdüğü ama İngiltere kaynaklı punk akımının da etkisini hissettirdiği günler. Film 1977’nin aşırı sıcak yaz günlerinde bölgede peş peşe gelen seri cinayetleri ve bu cinayetlerin bölge halkı üzerindeki etkisini anlatırken, diğer yandan seçtiği çok sayıdaki karakter üzerinden nerede ise ayrı bir filmi de karşımıza getiriyor. Evet, bu karakterler ve hikâyenin seri cinayetler tarafı genelde aksamayan bir şekilde ilişkilendirilmiş ama pek çok hikâyeyi aynı anda anlatmaya soyunması filmin süresinin de hayli uzun (142 dk.) olmasına yol açmış görünüyor. Senaryonun sadece cinayetlere ve bu cinayetlerin bölgede yaşayanlar üzerindeki etkilere odaklanması veya sadece zaten hayli renkli ve ilginç hikâyeleri olan karakterlere yönelip onları anlatması çok daha doğru bir seçim olurmuş gibi görünüyor. Katolik kökenlerinden gelen günah duygusunu içinden atamayan ama karısını aldatmaktan kendisini alamayan, uyuşturucu ile satıcı ve/veya bağımlı olarak çok yakın ilişkileri olan, seks odaklı bir hayat süren karakterler Spike Lee gibi bir yönetmen ve her biri rolünün hakkını veren oyuncuları tarafından zaten ilgi çekici bir filme dönüştürülebilirmiş ki filmin cinayetlerle ilgili olmayan kısımları bunun başarıldığını da gösteriyor. Ne var ki Lee ve onunla birlikte senaryoyu yazan Victor Colicchio ve Michael Imperioli hem cinayetleri hem bu renkli karakterleri anlatmayı tercih etmiş ve sonuç biraz yorucu bir film olmuş doğal olarak.

Otoritenin hiç ortada olmadığı veya olduğu zamanlar da beceriksiz polisler örneğindeki gibi pasif kaldığı hikâye elektriklerin kesildiği bir gece şehirde yaşanan yağma olaylarından cinayetlerin kendisine ve gündüz veya gece sahnelerinin tümünde kendisini hissettiren sıcağa pek de yaşanacak bir şehir manzarası çizmiyor filmimiz. Zaten filmin başında ve sonunda görünen anlatıcı da New York’un şiddet sarmalı içinde kaldığı günlere ait bir hikâye izleyeceğimizi önceden duyuruyor biz seyircilere. Spike Lee’nin canlandırdığı atik ama bir parça şaşkın görünen televizyon muhabiri karakteri bölgenin özellikle siyahların yaşadığı semtlerinden manzaraları ve insanları karşımıza getirirken filmin mizaha yakın duran bölümlerinin de yaratıcısı oluyor. Spike Lee bu kalabalık kadrolu ve kimi bölümleri doğaçlama olarak çekilmiş ve böylece oyuncuların oldukça serbest bir oyunculuk sergilediği filminde başarılı pek çok sahneye de imza atmış. Örneğin mahallenin gençlerinin sohbet ettiği ve filmin tümünde olduğu gibi diyaloglarının doğallığı ile dikkat çeken bir sahnede gençlerden birinin aldığı uyuşturucudan dolayı sürekli başının düşmesi veya aynı gençlerin seri cinayetleri işleyen katili kendileri bulmaya karar vererek suçsuz birini cezalandırdıkları sahne hayli ustalıkla çekilmiş.

Bir tür yozlaşmanın ve anarşinin hâkim sürdüğü bir şehirde yaşanan ve film bunu yeterince hissettirememiş olsa da sanki şehrin ruh halinin bir dışavurumu olan cinayetleri işleyen adamı rahatsız etmeyen bir gariplikle süsleyerek anlatan film, punkçı genç karakteri üzerinden de bir yandan çok büyük ama öte yandan bölündüğü mahalleleri ile küçük görünen New York’un yerel “çetelerinin” kendileri gibi olmayanları nasıl dışladığını da etkileyici bir dille gösteriyor. Tüm kadronun başarılı olduğu filmde özellikle Vinny rolündeki John Leguizamo ve Richie rolündeki Adrien Brody öne çıkmayı başaran isimler olmuşlar. AIDS öncesi bir dönemde geçtiğini sık sık farkedeceğimiz film cinsellik konusunda dozu biraz kaçırmış ama yine de rahatsız edici olmamayı başaran bir çalışma. Uzun süresinin de katkısı ile hemen tüm karakterlerini elle tutulur hale getirmeyi başaracak şekilde işleyen film görülmesi gerekli bir film özet olarak. Ellen Kuras’ın yaratıcı görüntü çalışmasının bu kaos içindeki dünyanın içine girmemizi kolaylaştırdığını da söyleyelim son olarak.

(“Sam’in Yazı”)