BlacKkKlansman – Spike Lee (2018)

“Güzelliği tanımlayan, burnun küçüklüğü müdür? İnce dudaklar? Beyaz ten? Kahretsin, hayır! Çünkü sizde bunların hiçbiri yok. Bizim dudaklarımız kalın, burnumuz geniş, saçımız kıvırcık. Biz siyahız ve güzeliz”

Yahudi meslektaşı ile birlikte Ku Klux Klan’a sızan siyah bir polisin örgütün planlarını ve eylemlerini deşifre etmesinin hikâyesi.

Ron Stallworth’un “Black Klansman” adlı anı kitabından uyarlanan senaryosunu Charlie Wachtel, David Rabinowitz, Spike Lee ve Kevin Willmott’un yazdığı, yönetmenliğini Spike Lee’nin yaptığı bir ABD filmi. 1970’lerde Colorado’da geçen ve gerçek olaylardan -zaman zaman hayli serbest bir biçimde- uyarlanan ilginç öyküsü ve Spike Lee’nin su gibi akıp giden becerikli mizanseni ile dikkat çeken yapıt, En İyi Film’in de dahil olduğu altı dalda aday olduğu Oscar’ı Uyarlama Senaryo dalında kazanırken, Cannes’da Büyük Jüri Ödülü’nün sahibi olmuştu. Komedisi de olan bir suç draması olarak tanımlanabilecek türü, Barry Alexander Brown imzalı sağlam kurgusu, dönemin müziklerinden seçilmiş sıkı soundtrack’i ile Terence Blanchard imzalı orijinal müziği ve ABD’de Trump ile zirvesine çıkan “Yeni Sağ”ın ülkeyi içine düşürdüğü kaosu hatırlatan öyküsü ile kesinlikle çekici bir film bu. Lee’nin yapıtının temel problemi ise sonuçta bir Amerikan filmi olduğunu hatırlaması ve gereksiz bir uzlaşmacı liberal tuzağına düşmekten kaçın(a)maması.

Ron Stallworth 1972’den 1980’e kadar görev yaptığı Colorado Emniyeti’ndeki ilk siyah polismiş ve bu ilk olma durumunun ilginçliği yetmezmiş gibi, gazetede dikkatini çeken bir ilandaki telefonu arayarak başlattığı soruşturma ile kendisini ırkçı Ku Klux Klan’ın (KKK) içinde buluvermiş. Bir siyah olarak bu örgütle ilişki kurmasının zorluğunu ise şöyle hallediyor Stallworth: Kendisi örgüt üyeleri ile sadece telefonda konuşurken, yüz yüze görüşmeleri onun kimliğine bürünen bir beyaz polis yapmış. Soruşturma bittiğinde bu gizli görevinden polis örgütü dışında hiç kimseye bahsetmemiş Stallworth ve 1980’de Utah’da devam ettiği polislikten 2005’te emekli olduktan 9 yıl sonra Ku Klux Klan ile olan tecrübesini “Black Klansman” adı ile kitaplaştırmış Stallworth. Kuşkusuz bir sinema filmi için hayli güçlü bir malzeme sağlayan bir karakter ve olay örgüsü varmış kitapta ve Amerikan sineması da bu potansiyeli değerlendirmekten elbette geri kalmamış; kalmamış ama öyküye anlaşılabilir / gerekli (sinemasal açıdan) değişiklikler dışında, ticarî düşüncenin sonucu olan müdahalelerde de bulunmuş kuşkusuz.

Film Victor Fleming’in Amerikan sinemasının klasiklerinden biri olan 1939 yapımı “Gone With the Wind” (Rüzgâr Gibi Geçti) adlı yapıtından bir sahne ile açılıyor. Yüzlerce yaralı askerin yerlerde yattığı koca bir alanda bir kadın bir doktoru arıyor adını seslenerek; “Tanrı Konfederasyon’u korusun” sözleri arasında kamera geriye çekilerek yükselirken, kadraja Konfederasyon bayrağı giriyor. 1861 – 1865 arasındaki Amerikan İç Savaşı’nda kölelik yanlısı Güneylilerin oluşturduğu konfederasyon güçleri bu sahnede gördüğümüz ve Fleming’in güçlü klasiği bugün, beyazların siyahlarla ilgili klişelerini ve kölelik günlerini “Eski Güzel Günler” özlemi ile sergilemesinden dolayı hayli sert bir biçimde eleştiriliyor. Trump’ın başkan seçilmesi ile çok daha görünür olan “Beyaz Güç” taraftarlarının bugün ellerinde sık sık Konfederasyon bayrakları ile dolaşması, Amerika’nın ırkçılık geçmişi ile bırakın yüzleşmeyi, onu hâlâ doğasında barındırdığını gösteriyor bize. Spike Lee Amerika’nın liberal siyah sinemacılardan biri olarak, Afrika kökenli Amerikalıların ülkedeki geçmişi, bugünü ve geleceğine odaklanan hikâyeler anlatırken, odağına da hemen hep siyah karakterleri alan bir isim. Dolayısı ile bir siyah polisin, bugünkü Trump taraftarları ile aralarında çok da kalın bir çizgi olmayan KKK’ye sızması Lee için siyahların filme de yansıyan bir şekilde geçmişini ve bugününü (elbette geleceğini de) anlatmak için iyi bir fırsat olmuş.

Gerçek bir olayı anlatan ve bu bağlamda pek çok gerçek karakteri de karşımıza getiren bir öyküsü var filmin. Ron Stallworth’un kendisi dışında, sivil haklar aktivisti Kwame Ture’den KKK’in ulusal lideri olan ırkçı ve antisemitik David Duke’a farklı karakterler bir kurgu filmin karakterleri olarak yerlerini alıyorlar filmde ama Spike Lee, sonlardaki gerçek görüntülerle, anlattığının ve bu karakterlerin bir kurgudan çok daha fazlası olduğunu ve günümüze ait olduğunu söylüyor güçlü bir şekilde. Filmin 2017’de faşistlerin düzenlediği yürüyüşü protesto edenlerin arasına dalan bir aracın öldürdürdüğü Heather Heyer’a ithaf edilmesi bu açıdan doğru ve tutarlı bir seçim olmuş. Ne var ki senaryonun gerçekte olan bitenleri, sinemasal gerekliliklerin sonucu olmadan, süslemesi tuzağına da bilinçli olarak düşülmüş. Bu süslerden üçü özellikle rahatsız edici gerçek öyküyü bilenler için; bu durumdan habersiz olanlar ya da bu tür değişikliklerin yapılmasını çok da umursamayanlar için önemli olmasa da, yine de anmakta yarar var bu eklemeleri; var çünkü her üçü de Lee’nin uzlaşmacı / yumuşatıcı tavrının birer örneği. Bunların ilki, abartılı bir karikatür tiplemesi olarak hikâyeye eklenen bir beyaz polis ve sonlarda ona oynanan oyun belki eğlenceli ama bir o kadar da sistemin kendini temizleyebildiği duygusunu yaratma çabasının ürünü. Bir diğerinde ise gerçekte yaşanmayan bir bombalama sahnesi izliyoruz ki bu da tüm çekiciliğine (temposu, mizanseni ve eğlencesi ile başarılı bir bölüm kesinlikle) rağmen “kahraman polisler” temasının altını çiziyor aslında. Ron Stallworth’un soruşturmasında birlikte çalıştığı ve KKK ile olan görüşmelere onun yerine katılan beyaz polisin kimliği bugün hâlâ bilinmiyor; senaryonun ona bir kimlik vermesi kesinlikle yanlış değil hikâyedeki önemini düşündüğünüzde ama bu karakterin gerçekle ilgisi olmayan bir şekilde Yahudi olarak çizilmesi üzerinde durmak gerekiyor; çünkü KKK sempatizanlarının (veya bu sempatilerinin farkında bile olmayan ırkçıların) bir başka hedefi de -tüm o komplo teorileri ile birlikte- Yahudiler. Dolayısı ile senaryo, siyah olmak kadar önemli bir başka olguyu öyküye yerleştiriyor ama hak ettiği, gerektiği kadar değerlendirmiyor bu durumu ve bu nedenle sonuç, seyirciyi tavlamak için gerçeğin gereksiz bir biçimde değiştirilmesi oluyor sadece.

Özellikle düşük bütçeli korku ve bilim kurgu filmleri ile tanınan bağımsız sinemacı Ted V. Mikels 1966’da, Afrika kökenli olan ama açık renk teni yüzünden beyaz olduğu sanılan bir adamın, KKK’den kızının intikamını almasını anlatmıştı “The Black Klansman” adlı filminde. Lee’nin filmi Mikels’inkinden sadece daha büyük bütçesi ve gerçek bir hikâyeden yola çıkması ile ayrılmıyor; Lee aynı zamanda oyuncuların performanslarına da yansıyan bir mizahı da olan bir yapıt koymuş ortaya. Başlardaki sahnede, ırkçı bir vaizin Martin Luther King’i komünist olmakla suçlamaktan “dünyayı yöneten Yahudiler” komplo teorilerine uzanan ve eşitlik alanında insanlığın ulaştığı tüm değerleri aşağılayan konuşmasında olduğu gibi alaycı bir mizahı var filmin. Bu eğlence Heather Heyer cinayeti gibi sert bir gerçekliği olan final ile ne kadar uyuşuyor tartışmaya açık ama bunu bir kenara koyarsanız, mizah filme belli bir çekicilik katıyor kesinlikle. Irkçı polise Ron ve arkadaşlarının oynadığı oyunu izlediğimiz sahnenin eğlendiriciliği ise bir kenara koyulabilecek gibi değil; çünkü bu polis silahsız bir siyah çocuğu öldüren ve herkesin bildiği bu suçtan rahatlıkla sıyrılmış bir adam. Lee’nin bu adamın oyuna geldiği sahnede eğlenmemizi ve mutlu olmamızı beklediği açık ama kesinlikle gereksiz bir yumuşatma bu ve filmin genel uzlaşmacı tavrının da en net örneklerinden biri.

Evet, Spike Lee yönetmenlik becerisini parlak bir şekilde sergilediği bu filminde tüm anaakım Amerikan sinema yapıtlarında olduğu gibi eleştirisini kesinlikle sertlikten uzak tutmuş; bunun nedeni filmin mizahı değil, senaryonun tipik bir Amerikan liberalliği ile kurumlardan -burada polis gücü- çok bireyleri hedefine koyması ve sayısı az ya da çok, bu bireylerin temizlenmesi hâlinde düzenin de aklanacağını söylemesi. Yukarıda anılan “kahraman polis” sahnesi bu nedenle sert bir eleştiriye uğramış ve “sokaklarında polislerin siyahları sadece siyah oldukları için dövebildiği, öldürebildiği bir ülke”de, böyle bir sahneyi, üstelik de ana teması ırkçılık olan bir filme koyması tepki ile karşılanmıştı. Lee’nin düzene söz etmeme gayreti, ırkçı polisin tuzağa düşürüldüğü sahnede, polislerin amirini de “iyiler”in arasına koyması ile gösteriyor kendisini. Siyah radikaller ile KKK’yi aynı kefeye koymaya neden olabilecek bir öykü akışı da eklenmeli bu duruma. Ne var ki tüm bu ve benzeri problemler, Lee’nin geniş kitlelerin gündemine ülkedeki ırkçılığı ve gittikçe büyüyen tehlikeyi sokmasının değerini azaltmıyor. Özetle, filmin sorunu sergilediği resimde değil, bu resmin nasıl düzeltileceği konusundaki tercihlerinde yatıyor. Sonuçta filmin “kahraman”ı bir polis ve siyah aktivistlerin arasına da sızan bir istihbaratçı.

Finaldeki -gerçekte yaşanmamış- David Duke konuşmasının eğlendiriciliği; -inandırıcılığı tartışmalı olsa da gerçekten de böyle olduğu söylendiği için tartışmaya açamayacağımız- aynı rolü telefonda ve yüz yüze buluşmalarda iki farklı insanın oynamasının neden olduğu gerilimli komedisi; KKK üyelerinin çılgın tezahüratlarla “The Birth of a Nation” (D. W. Griffith, 1915) izleme sahnesi ve Ron Stallworth’u oynayan John David Washington ile partneri Flip’i canlandıran Adam Driver başta olmak üzere oyuncuların komediye yakın duran ama belli bir sınırı hiç aşmama başarısı (senaryonun karikatürleştirdiği ırkçı polis Landers’i oynayan Fred Weller bile bu sıkıntıyı aşmayı başarmış) ile sonuçta ilgiyi hak eden bir film bu. Üstelik Amerikan sinemasınıın ırk ayrımı konusundaki sorunlu geçmişini de açığa çıkarıyor senaryo ve “Gone With the Wind”, “The Birth of a Nation” ve “Blaxploitation” (Amerikan sinemasında özellikle 1970’lerde bolca üretilen ve siyah karakterlerin klişe unsurlarının “sömürüldüğü” filmler) örnekleri üzerinden meselenin popüler sinemada ele alınma şekline de çekici bir biçimde değiniyor.

Aralarında Cornelius Brothers ve Sister Rose’un seslendirdiği ve bugün R&B klasiklerinden olan “Too Late to Turn Back Now”un da olduğu çekici şarkıların ve Terence Blanchard’ın tıpkı öykünün kendisi gibi ironik tonları olan orijinal müziğinin de değer kattığı filmin politik olarak sorunlu (ya da yetersiz) duruşu sonuçta filme zarar vermiş. Siyah kadın aktivistin “İşleri içeriden değiştiremezsin; sistemin kendisi ırkçı” söylemine karşı duran Ron Stallworth’un yanında olmayı seçen ve filmine yapılan politik eleştirileri “Asla bütün polislerin kötü olduğunu, bütün polislerin siyahlardan nefret ettiğini söylemeyeceğim” sözleri ile yanıtlayan Spike Lee’nin tercihleri bir yana; iyi anlatılmış ve çekici / eğlenceli bir film bu kesinlikle.

(“Karanlıkla Karşı Karşıya”)

(Visited 13 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir