“Şiir okurdu. Daha da önemlisi; çocukları olabilirdi, torunları ve onların da torunları… Sülale böyle sürüp giderdi. Bir bıçak darbesi ile buna engel oldular”
Toçu birliğindeki erkek askerlerin sarhoşluğundan ve sivil kadınların peşinde koşmasından şikâyetçi olan bir çavuş ve bunun üzerine kendisine gönderilen kadın askerlerin İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı verdikleri mücadelenin hikâyesi.
Boris Vasilev’in aynı adlı kısa romanından uyarlanan senaryosunu Stanislav Rostotsky ve Vasilev’in yazdığı, yönetmenliğini Rostotsky’nin üstlendiği bir Sovyetler Birliği yapımı. Kendisi de savaşta asker olarak görev yapmış bir yazar olan Vasilev’in 1969 tarihli kitabı basıldıktan sonra bir yıl içinde 1,8 milyon satarak bir “best-seller” olmuş, bu romandan uyarlanan film ise 1973 yılında sadece Sovyetler Birliği’nde 66 milyon kişi tarafından seyredilmişti. Propaganda olmaktan uzak durmayı başaran (bu konudaki birkaç küçük problemini görmemezlikten gelmek gerekiyor) film, bir erkek ve beş kadını öne çıkaran hikâyesi ile bir savaş filmini sadece erkeklerin alanı olmaktan çıkaran, kısmen gerçeklere dayalı hikâyesi ile bir cesaret ve kahramanlık öyküsünü karakterlerinin bireysel farklılıkları ve geçmişlerini unutmadan ele alan, dozunda bir şiirsellik ve mizah ile sertliği dengeleyebilen ve kadının hayat verme becerisi ile savaştaki hayat alma görevinin çelişkisini gösteren ilginç bir çalışma.
Vasilev’in filmden 1 yıl sonra Kirill Molchanov tarafından operaya da uyarlanan roman sinemadan önce televizyon ekranlarında hayat bulmuş; Ivan Rassomakhin 1970’de aynı isimle ve yazarla birlikte yazdığı senaryo ile Sovyet televizyonu için çekmiş romanı filme. Oldukça serbest bir uyarlama olarak S.P. Jhananathan tarafından Hindistan’da Tamil dilinde de sinemaya taşınan romanın şimdilik son sinema versiyonu ise 2015 tarihli ve yönetmeni de Rus sinemacı Renat Davletyarov. Tüm bu uyarlamalar sonuçta Vasilev’in romanın çekiciliğini gösteriyor elbette ve Stanislav Rostotsky’nin filmi de kitaba hak ettiği saygıyı ve özeni göstererek taşımış sinema perdesine. Bu arada romanın (ve filmin) Türkiye’de isminde bir anlam değişikliği ile yayımlanmış olmasını da ilginç bir not olarak belirtmekte yarar var: Orijinalinde “bura”dan bahsedilirken, bu sözcüğün “ora”sı olarak değiştirilmesi ve yine orijinalinde şimdiki zaman kullanılırken, Türkçede geçmiş zamanın tercih edilmesi kimin seçimi olmuş ve gerekçesi neydi acaba? Bu farklılaştırma hikâyeye buraya ait olmayan ve geçmişte kalan bir hava vermiş.
“Günümüz”den çok kısa bir görüntü ile başlıyor film ve sonra 1942’ye gidiliyor; kapanış da yine günümüzde yapılıyor. Bugüne ait sahnelerde ve hikâyenin kahramanlarının 1942’de savaşa katılmalarından önceki hayatlarını hatırladıkları bölümlerde renkli olan film, savaş günlerinde ise siyah-beyazı tercih ediyor. Savaşın neden olduğu trajedileri ve ölümleri renk kullanmadan anlatan Stanislav Rostotsky özellikle hatırlanan geçmiş hayatları mümkün olduğunca şiirsel ve renkli gösterme yoluna gitmiş. Bu tavra uygun olarak, siyah-beyaz bölümler ile geçmiş hayatları anlatan bölümlerin sinema dili arasında da belirgin bir fark var. İlkinde daha doğrudan ve klasik bir dil kullanılırken; ikinci bölüm sembolik anlatımı, kamera ve ışık oyunları ve lirik anlatımı ile farklılaşıyor. Aynı film içinde kullanılmaları bir zıtlık yaratıyor ama kesinlikle çekici bir zıtlık bu; evet, bugün bir parça eskimiş görünüyor film ve ikinci bölümün havası da 1960 ve 70’li yılların filmlerinden oldukça tanıdık gelebilir ama sonuç filmin lehine olmuş. Aslında hikâyedeki bir başka tercih de tekrarlıyor bu zıt görünümü. Hikâyenin yaklaşık ilk bir saati, savaşın ortasında olduğumuzu bilmemize rağmen, karakterler (ve seyirci) için mizahı da olan, hafif ve eğlenceli bir hava yaratıyor ve ikinci yarıda aralarından altısı çetin bir mücadele içine girecek olan karakterlerden beş kadını tek tek tanıtıyor bize. Onlara ısınmamızı ve eğlencelerini paylaşmamızı sağlayan film böylece daha sonra tanık olacaklarımızın üzerimizde daha güçlü bir etki yaratmasının yolunu açmış oluyor.
Almanlarla karşı karşıya gelen beş kadın karakterin her birinin kendi hikâyelerini bugünkü davranışlarını da açıklayacak şekilde gösteren film son sahnesi dışında propagandadan uzak duruyor genel olarak ki bu sahneyi de aslında o kadın karakterler üzerinden, faşizme karşı mücadele etmiş tüm askerlerin hak ettiği saygı ve hassasiyeti hatırlatma aracı olarak görmek gerekiyor. Savaşın yarım bıraktırdığı hayallerin ve yaşamların bedelini düşmana ödetmek gibi kişisel bir amaçları da varmış gibi görünen kadınları bir savaş hikâyesinin ana kahramanları yapması ile dikkat çeken film, erkek komutanlarının aksi yöndeki sözlerine rağmen (“Burada kız yok. Sadece askerler ve onların komutanları var. Savaştayız. Ayrıca savaş bitene kadar da hepimiz cinsiyetsiz olacağız”) bu kadınların cinsiyetlerini hiç unutmadığını da söylüyor ve böylece kahraman olmak için “erkekleşme”nin gerekmediğinin kanıtı oluyorlar bir bakıma. Puşkin ve Aleksandr Blok’un şiirlerinin de kendilerine yer bulduğu hikâyede komutanın askerleri ile olan ve bir baba ile kızlarını hatırlatan ilişki, kadınların zekâ ve cesaretinin hep gündemde tutulması, başta bataklık sahnesi olmak üzere insanüstü mücadeleyi bizim de hissetmemizi sağlayan bölümler ve hiç tanımadığı bir annenin ölüm anında adının anılması ve ondan yardım istenmesi gibi etkileyici anlar var. Hikâyenin ikinci yarısının savaşın tüm gerilimini kesintisiz olarak hissettiren içeriği ve dili ile parlayan filmde Almanları peşinden sürükleyen kadının sahnesi gibi daha pek çok örnek verilebilir bu konuda.
Almanların dinlediği Sovyet İstihbarat Servisi’nin bir duyurusunda o gün önemli bir çatışma yaşanmadığı, sadece küçük yerel çatışmalar olduğu haberi geçiliyor. Film de işte bu “küçük” çatışmalardan birini ve kahramanlarının mücadelesini anlatıyor. Vyacheslav Shumskiy’nin özellikle orman içinde geçen sahnelerdeki kamera çalışmasının sinema dili açısından güçlü görüntüler yarattığı yapıtın ilk yarısı ile ikinci yarısı arasındaki ton farkının zaman zaman farklı sinema filmleri seyrettiğiniz havasını yaratması gibi bir problemi var ve belki bir parça da eskimiş görünüyor film. Yine de, bu kusurları filmi görmeye engel olmamalı; bir savaş filmi olarak düşebileceği propaganda tuzağından uzak duran ve karakterlerini hemen tamamen klişelerden uzak ve birer insan olarak resmedebilen bu yapıt Sovyet sinemasının kayda değer örneklerinden biri.
(“The Dawns Here Are Quiet” – “Sakindi Oranın Şafakları”)