Edebiyat tarihinin en popüler isimlerinden biri olan ve bizimki dahil pek çok ülkede eserleri hep çok okunanlar arasında yer alan Avusturyalı yazar Stefan Zweig’ın yedi ayrı hikâyesinin bir arada yer aldığı bir kitap. Sanatçının en bilinen öykülerinden olan “Amok Koşucusu”nun adını taşıyan eserdeki yedi hikâyenin tümü onun güçlü kaleminin izlerini taşıyan ve bir solukta okunan metinlerden. Almanya’da faşizmin yükselişi nedeni ile önce 1934’te İngiltere’ye, daha sonra ABD ve son olarak da Brezilya’ya göç eden yazar 1942’de orada eşi ile birlikte, “Avrupa’nın geleceği ile ilgili hayal kırıklığı” nedeni ile intihar ederek yaşamına son vermişti. Yazarın toplumsal hassasiyetleri, bireysel içerikleri olan bu hikâyelere doğrudan yansımıyor ama karakterlerin ruhsal çalkantıları, tutkuları, endişeleri ve arzuları onları bu duyguların toplumsal karşılıklarının sembolü olarak görülebilecek kadar güçlü anlatılmış Zweig tarafından. Öykülerin biri hariç hepsinde cinsellik odaklı motivasyonlar ya kahramanların eylemlerini ve düşüncelerini şekillendiriyor ya da bu motivasyonla hareket eden diğerleri onlar üzerinde belirleyici bir etki yaratıyor. Bazıları öyküden çok, novella uzunluğunda olan bu hikâyelerin her biri güçlü bir edebiyatın tadını taşıyor ve okuyucuya okuma zevkinin ne derece önemli olduğunu hatırlatıyor.
Kitaptaki ilk öykü “Amok Koşucusu” (Der Amokläufer) adını taşıyor ve pek çok sinema uyarlamasının varlığının da bir işareti olduğu gibi yazarın en popüler çalışmalarından biri. İlk kez 1922’de Neue Freie Presse adlı gazetede yayımlanan eser Endonezya kültüründeki “Amok” teriminin dünya dillerine girmesini sağlayan bir saplantılı tutku hikâyesi anlatıyor. “Amok”, düşmanının peşine çılgın bir şekilde düşen ve ona yönelik saplantılı tutkusunun peşinde koşarken; gözü hiçbir şey görmeyen, içine atıldığı tehlikeleri umursamayan ve önüne çıkan her nesne ve insanı da dost ya da düşman ayırt etmeden yok eden insanlar için kullanılan bir ifade ve Zweig bu terimi kendi mahvına yol açacak bir saplantıya katılan bir doktoru anlatmak için kullanıyor. 1927’de Kote Marjanishvili’nin SSCB yapımı ile başlayarak pek çok kez sinemaya uyarlanan öykü Hindistan’dan Avrupa’ya giden bir gemide herkesten uzak duran bir adamla tanışan yazarın ağzından anlatılmış. Adamın tuhaf ve gizemli karakteri üzerinden belli bir ilgiyi baştan yaratan öykü, doktor olan ve Hindistan’da bir beyaz olarak yalnız bir hayat (“Oraların görünmez camdan evi andıran atmosferine girmiş her insanın gücü tükenir…”) süren bir adamın, kendisinden istenen bir yardıma “ahlaksız teklif” koşulunu öne sürmesi ile başlayan pişmanlık ve vicdan azabının neden olduğu çılgınlığı çok güçlü bir şekilde anlatıyor. Gerek hikâyenin kahramanı olan doktorun ruhsal kaosunu ve çöküşünü, gerekse bir ölüme tanık olmanın sürecini güçlü bir etkileyicilikle okurun karşısına çıkaran öykü, “görev duygusu” ve “sorumluluk” gibi kavramlar üzerine de düşündürtüyor onu.
İkinci hikâye olan 1917 tarihli “Kadın ve Tabiat” (Die Frau und die Landschaft) yine yazarın birinci şahıs olduğu bir eser. Uzun süredir devam eden bir kuraklığın ardından yağmuru bekleyen bir bölgede tatilde olan bir adamın kaldığı oteldeki gizemli bir kadına duyduğu ilgiyi anlatan hikâye, kadın ile doğayı eşleştiriyor müthiş tasvirlerle. Olay örgüsünden çok, öne çıkan bu tasvirlerle dikkat çeken öykü yine bir adamın gizemli bir kadına tutulmasını anlatırken, özlemle beklenen ve sık sık hayal kırıklığına uğratan yağmuru adeta uzun süredir hasreti çekilen bir cinsel birlikteliği çağrıştıran çok güçlü satırlarla hayal ettiriyor okura. “… karanlık bir rüya gibi sadece tek bir şey hissediyordum: Geceyi ve deminki bakışları… kadını ve tabiatı. İkisi de tek bir şey olan bu varlıkta erimek güzeldi.” gibi ifadelerle kadın/tabiat birliğini vurgulayan yazar; gökyüzünü erkek, yeryüzünü(tabiat) kadın ve yağmuru da cinsellik olarak görebileceğimiz bu hikâye ile erotik olarak da tanımlanabilecek güçlü bir yapıt yaratmış.
1922 tarihli “Masalımsı Gece” (Phantatische Nacht) savaşta hayatını kaybeden bir askerin ölümünden sonra bulunan notlarında anlattığı bir günü (ve asıl olarak gece boyunca yaşadıklarını) getiriyor okuyucunun karşısına. Tecrübesini o geceden 4 ay sonra kaleme alan adam , “Ayrıntıları düşünür düşünmez, duygularım coşuyor, bir sarhoşluğa kaptırıyorum kendimi…” benzeri cümlelerle yaşadıklarının üzerinde bıraktığı kalıcı etkiyi anlatırken; onun, yaşam sevincini yitirdiği günlere denk gelen gecede saygın bir burjuva olarak eğlence için yaptığı kötülükleri, kazandığı ama hak etmediği bir parayı harcamasını ve adeta bir Mr. Hyde’a dönüşmesini betimliyor. Sınıf farkı ve hayatın anlamı (“Bir zamanların doğru, duygusuz ve dünyadan uzak centilmeni olmaktansa suçların ve sefaletin en derin uçurumlarına yuvarlanmak yeğdi. Yeter ki hayatın gerçekleri içinde olayım”) temaları üzerinde duran öykü “kendi içindeki insanı” bulmanın mutluluğunu okuyucuya da geçiren ilginç ve çarpıcı bir hikâye.
Yazarın en çok bilinen öykülerinden biri olan 1922 tarihli “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” (Brief Einer Unbekannten) bir yazarın bir kadından aldığı mektubun metninden oluşuyor hemen tamamen. “Çocuğum dün öldü” cümlesi ile başlayan mektup bir kadının 13 yaşındayken karşı dairelerine taşınan bir adama 16 yıl süren aşkını ve bu aşk için ödediği bedelleri anlatıyor ve tüm bu yıllar boyunca birkaç kez karşılaşsalar da adamın tanımadığı ve kısa süreli ilgi göstermekle yetindiği kadının trajik aşkını oldukça dokunaklı bir içerikle getiriyor karşımıza. Tam bir bağlılıkla ve kendini vererek, üstelik bunu hiçbir karşılık alamadan sürdürmenin ve sırrını kimse ile paylaşmamanın korkunç yükünün her satırına sindiği mektup aşkın tanımı, doğası ve çözülmesi mümkün olmayan sırrı üzerine düşündürtüyor bizi. Âşık olunan adamın bu sevgiyi hiç de hak etmeyen karakteri ve etrafında sadece mutlu insanlar olmasından hoşlanması, kadının on altı sene boyunca adama hiç açılmamasına ve en düşkün olduğu anda bile ondan yardım istememesine neden olurken, gerçekten bir Yunan trajedisinde görülecek türden bir metnin yaratılmasını sağlamış. Öykünün dikkatlerden kaçmaması gereken bir yanı, adamın farklı zamanlarda defalarca karşılaştığı kadını tanımaması ve bu karşılaşmaların onda hiçbir hatırayı canlandırmamasına rağmen, uşağının yıllar sonra karşısına çıkan kadını görür görmez hatırlaması. Bir önceki hikâyede gündeme gelen bir sınıf farkının sembolü bu kuşkusuz ve burjuvanın soğukluğuna ve çıkarcılığına bir gönderme. İlk kez 1933’te John M. Stahl tarafından “Only Yesterday” adı ile sinemaya uyarlanan öykünün en çok bilinen sinema versiyonu ise Max Ophüls’ün 1948 yapımı filmi. Opera ve klasik müzik eserlerine de ilham kaynağı olan hikâye oldukça yoğun duygusallığı ile tüm okurları etkileyecek türden bir yapıt.
Cem Yayınevi’nin 1981 tarihli baskısının kapağında Zweig’ın arkadaşı Flaman ressam Frans Masereel’in gravürünün yer aldığı kitaptaki beşinci hikâye “Ayışığı Sokağı” (Die Mondscheingasse) adını taşıyor. Bir sahil kasabasında geçen hikâye şehrin yan sokaklarının farklı dünyasını ve bu dünyanın içindeki saplantılı bir âşığın trajedisini anlatıyor temel olarak. Zayıflıkların, özellikle aşkla ilgili olanların insanları nasıl sefil bir duruma düşürebileceğini anlatan öykü ilk kez 1914’te “Der Greif” adlı dergide yayımlanmış. Yine güçlü bir kalemden çıktığını her cümlesi ile belli eden bir hikâye ve diğerlerinin bir parça gerisinde kalsa da kesinlikle ilginç ve finali ile de okuru kendisine bağlayan bir yapıt.
Altıncı hikâye “Yakıcı Sır” (Brennendes Geheimnis) adını taşıyor ve ilk kez 1911’de yayımlanmış. Bir kadın avcısının, oğlu ile tatilde olan evli bir kadını ağına düşürme hikâyesi havasında olsa da, asıl olarak on iki yaşındaki bir çocuğun bu oyuna önce yem, daha sonra engel olmasını anlatıyor. Bir kadın avının oğlanın kıskançlığı ve ne olduğunu anlayamadığı bir “yetişkinler dünyası sırrı”nı keşif uğraşına dönüşmesi oldukça çekici bir hikâyenin ortaya çıkmasına olanak vermiş. 1933’te Robert Siodmak ve 1988’de Andrew Birkin tarafından sinemaya uyarlanan eser çocuğun duyguları üzerinden hafif bir mizaha da göz kırpan içeriği ile ilgiyi hak eden, onun ne olduğunu bilmeden yetişkinlerin cinsellik oyununun parçası olmasına ve yaşadığı bu macera ile hayatın kendisinin de tatlı ve acı yönleri ile bir macera olduğunu anlamasına tanık ediyor bizi. Son satırları pek de gerekli olmayan bir özet/ders havası taşısa da; kesinlikle çok başarılı, merak uyandırıcı ve çocukluğun masumiyeti ile yetişkinlerin “suçlu” dünyasının arasında -geçici de olsa- sıkışıp kalan karakteri ile çok önemli bir öykü bu. Zweig’ın bir çocuğun saf gözlerinin tanığı olduğu bir yetişkinler arası oyunu baş karakterinin tüm duyguları ile bize geçirebilmesi yazarın ustalığının önemli örneklerinden biri yapıyor hikâyeyi.
Kitaptaki son hikâye “Çocuk Bakıcısı” (Die Gouvernante) adını taşıyor ve ilk kez Neue Freie Presse adlı gazetenin Noel ekinde yayımlanmış 1907’de. Biri 12, diğeri 13 yaşındaki iki kız kardeşin, bakıcıları ile evlerinde yaşayan kuzenleri arasındaki ilişkinin niteliğini ve bu ilişkinin sonucuna ebeveynlerinin gösterdiği tepkiyi anlama çabalarını anlatıyor bu öykü. Çocuk gözü ile yetişkinler dünyasının tuhaflığını sergileyen öykü “Yakıcı Sır” ile kardeş bir öykü olarak nitelendirilebilecek bir ortaklık taşıyor ama finali ile ondan farklılaşıyor. Kitaptaki en kısa hikâye olan, bir öncekine göre daha alçak gönüllü ama yine ilginç ve okunmayı hak eden bu çalışma dönemin erkek egemenliğine bir bakıcının trajedisi üzerinden yaklaşması ile de önem taşıyor.