“Kutsal kâse arkeoloji için aranmıyor. Kötülüğe karşı bir yarış bu. Naziler tarafından ele geçirilirse, karanlığın orduları tüm dünyaya hâkim olur”
İsa’nın son yemeğinde kullandığı kutsal kâsenin peşindeyken ortadan kaybolan babasını bulmak için araştırmaya başlayan ve aynı kâseyi bulmaya çalışan Nazilerle savaşan Indiana Jones’un hikâyesi.
Sinemadaki hayatı 1981’de başlayan Indiana Jones’un maceralarının üçüncüsü. George Lucas ve Philip Kaufman’ın yarattığı karakterin bu üçüncü macerasının senaryosunu Lucas ve Menno Meyjes’in yazdığı hikâyeden yola çıkarak Jeffrey Boam yazmış ve jenerikte adı geçmese de Tom Stoppard önemli bir katkı sağlamış bu senaryoya. Yönetmen koltuğunda önceki iki film (1981 tarihli “Raiders of the Lost Ark – Kutsal Hazine Avcıları“ ve 1984 yapımı “Indiana Jones and the Temple of Doom – Kamçılı Adam“) ve sonraki son filmde (2008’de gösterime giren “Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull – Kristal Kafatası Krallığı) olduğu gibi Steven Spielberg oturuyor. Serinin genel özelliğine uygun olarak bir çizgi macera romanı estetiğine ve içeriğine sahip olan, Spielberg’in becerikli zanaatkâr ellerinde kendisini ilgi ve heyecan ile seyrettiren ve popüler sinemanın önemli kahramanlarından biri olan Indiana Jones’u canlandıran Harrison Ford ve ilk kez bu filmde karşımıza çıkan babasını oynayan Sean Connery’in karizmaları ile önemli bir katkı sağladığı film bu. Türün ve kahramanın meraklısının elbette gördüğü ya da görmesi gerektiği hayli eğlenceli bir macera filmi bu ve kendisine çizilen sınırlar içinde de başarılı.
Steven Spielberg sinemanın ruhu hep genç bir ergen olarak kalan isimlerinden. Bu bağlamda Indiana Jones serisi de bir erkeğin ergenliğinin öncesinde başlayıp, uzun bir süre hiç elinden bırakmadığı çizgi roman maceralarını tekrarlayan içeriği ile ona hayli uygun bir hikâye kuşkusuz. Öyle ki bu filmin açılışındaki bölümde kısa bir macerasına tanık olduğumuz genç İndiana Jones’un Spielberg’in kendisi (ya da bir ergen olarak olduğunu hayal ettiği kişi) olduğunu düşünebiliriz rahatlıkla. Genç bir izci olarak başardığı iş herhalde o yaşta olan ve çizgi roman okuyan her erkek çocuğun en az bir kez hayal ettiği bir kahramanlık hikâyesidir. 1912’deki bu küçük macera ile açılan film, ardından 26 yıl ileriye taşınıyor ve 1938’deki asıl macerayı izliyoruz. Bir arkeoloji hocası olan Indiana Jones Hristiyanlığın önemli mitlerinden biri olan kutsal kâse ile ilgili bilgilere sahip olan birinden babasının bu kâsenin peşindeyken kaybolduğunu öğrenir ve babasını ve dolayısı ile kâseyi aramaya başlar.
Michael Ryan ve Douglas Kellner “Politik Kamera” adını taşıyan ve Hollywood sinemasının ideolojisini ele aldıkları kitaplarında Indiana Jones’u “girişimci birey”in sembolü olarak tanımlıyor ve onun diğerlerine olan üstünlüğünün sadece başkaları ile olan üzerinden değil, kendisi ile yapılan karşılaştırma üzerinden de vurgulandığını söylüyorlar; bu bağlamda serüvenci Indy’nin arkeoloji profesörü Indy’den üstünlüğünün altının çizildiğini de belirtiyor yazarlar. Harrison Ford’un tehlikeli sahnelerin bir kısmında kendisinin yer aldığı filmde “beyaz kahraman” bu kez bu Batı girişimciliğinin örneği olarak Doğulular ile değil, Batı’nın tarihindeki en büyük kötülük kaynaklarından biri olan Naziler ile mücadele ediyor ve Batı’nın bu mücadelesi kendini (ve sistemini) temize çıkardığı örneklerden biri oluyor. Bu mücadelesi boyunca her türlü aksiyonun içinde oluyor ve bir yandan da küçük mizahı ile seyircisini eğlendirmeyi başarıyor kahramanımız. Spielberg’in -belki çok özel bir yanı olmasa da- başarı ile kotardığı bu aksiyon sahnelerinde Indy hareket eden bir trenin üzerinde, yine hareketli bir tankın üzerinde, vahşi hayvanların arasında, havadaki bir uçakta, zeplinde, bir teknede veya karada kötü adamlarla savaşıp duruyor hikâye boyunca. Aksiyonun nerede ise durmak bilmediği film bu açıdan türün meraklısı için kuşkusuz çok çekici ama bu türle arası pek olmayanları da kendisine çekecek yanları var filmin ve bunların önemli bir kısmı Spielberg’in başarısı. Neyse ki var bu unsurları filmin çünkü zaman zaman macera ve aksiyonun dozu kaçıyor gibi.
Çizgi roman estetiğine hem biçimsel olarak hem de içeriği ile sadık kalan bir film bu. Örneğin Hitler’e kitap imzalatma sahnesi mizahı ve “gerçeküstü”lüğü ile bir çizgi romandan alınıp buraya yerleştirilmiş gibi duruyor. Yine o romanlardaki gibi kahramanımız bir yandan savaşırken bir yandan esprisini de yapıyor sık sık ve film mizanseni ve kimi görsel tercihleri ile de destekliyor bu estetiği. Kahramanımızın ABD’den İtalya’ya yolculuğunu tıpkı çizgi romanlarda ve klasik filmlerde olduğu gibi harita üzerinde ilerleyen bir çizgi aracılığı ile takip edebiliyoruz örneğin. Spielberg kendisinin ve bu tür romanların meraklısı seyircisinin “çocuk” ruhuna uygun hareket etmeyi de hiç atlamıyor ve örneğin cinsellik konusunda çok “edepli” davranıyor her zaman. Sadece aksiyon kahramanı olarak değil, zekâsı ile de parlıyor kahramanımız ve “tabutun altındaki hava boşluğu”nu akıl ederek yine bu romanlardaki örneklerden birini veriyor. Efekt kullanımının abartılmaması ve özellikle eski usul bir mizansenin tercih edilmesi de bu estetiği destekliyor.
Bir dinî propagandası yok filmin ama kâseyi ve sırrını korumaya yeminli tarikat üyeleri (ve onun üyelerinden birinin sözleri: “Kendinize Mesih’in kutsal kâsesini neden aradığınızı sorun: Onun şanı için mi yoksa kendinizinki için mi?”), kâseye giden yoldaki engellerden birinin ancak kesin bir inançla aşılabilmesi, filmin adındaki “Son haçlı seferi” ifadesi, babanın finalde “aydınlanma” ile ilgili sözleri ve Indy’nin kâse ile ilgili baştaki ironik sözlerini hikâye ilerledikçe bırakması gibi unsurları ile film hristiyanlığın bu en önemli mitlerinden birini -elbette tüm dünyaya hitap eden bir popüler olmanın gereklerine uyarak- canlı tutuyor ve bununla yetinmeyip, gerçek de kılıyor üstelik. Hikâyesi ABD, İtalya, Almanya, Avusturya ve Türkiye’de geçen ama çekimleri ABD, İtalya, İspanya, Birleşik Krallık ve Ürdün’de gerçekleştirilen filmde bir Spielberg filminin karakteristik özelliklerinden biri de yerini almış elbette: Aile bağları. Indy büyürken babanın pek ortada olmaması ve bu işi annenin tek başına üstlenmesinin ve baba ile oğul arasındaki ilişkinin hikâye boyunca sık sık dile getirilmesi, babanın attığı bir tokat, ikilinin bir sahnede adeta telepati ile anlaşmaları ve babanın -geçmiş günahlarını affettirircesine- oğlunun hayatını kurtarması Spielberg’in “kutsal aile” anlayışının örnekleri olarak çıkıyorlar karşımıza.
Nazilerin Berlin’de kitapları toplu olarak yaktığı ve halkın da coşku ile bu eyleme iştirak ettiği sahnede adı en net olarak görünen kitabın Marx’ın “Das Kapital”i olmasının dikkat çektiği (yönetmenden ve/veya Hollywood’dan böyle bir jest tuhaf görünüyor açıkçası), babanın en zor zamanlarda bile bavulunu ve şemsiyesini hep taşımasını sadece egzantrikliği ile açıklamanın biraz güç olduğu (şemsiyenin kritik bir sahnedeki işlevi açıklamaya yeterli değil bu durumu) ve “No ticket” sahnesinin gereksiz bir şekilde Alman halkını aşağıladığı filmde John Williams’ın görkemli senfonik müziği her zamanki gibi başarılı ve hikâyenin boyutunu büyütüyor. Harrison Ford rolüne yakışan bir oyunculuk ile karakterini eğlenceli kılarken babası rolünde ilk kez hikâyeye giren Sean Connery karizmada ondan aşağı kalmıyor ve kendi James Bond geçmişini hatırlatan sahneleri ile filme yeni ve eğlenceli bir boyut katıyor. Teknik başarısı bir yana mizansen olarak özel bir yanı olmayan ve hikâyesindeki bir parça sıradan görünümü Sean Connery’in karakteri ile gidermeyi tercih eden film -sinemasal açıdan önemi bir yana- macera türünün klasiklerinden biri olarak görülmeyi hak ediyor. Kâsenin Nazilerin eline geçmesini engelleyen Indiana Jones’un -yazının girişindeki sözlere ithafen- dünyayı kurtarmış olması iması ise faşizme karşı savaşta hayatını yitiren milyonlara karşı bir duyarsızlık elbette!
(“Indiana Jones: Son Macera”)