The Color Purple – Steven Spielberg (1985)

the-color-purple“Fakirim, siyahım, hatta çirkin bile olabilirim. Ama sevgili Tanrım, buradayım işte! Buradayım!”

1930’ların ABD’sinde siyah bir kadının kimliğini bulma çabasının hikâyesi.

ABD’li yazar Alice Walker’ın Pulitzer ve National Book ödüllerini kazanan romanının sinema uyarlaması. Menno Meyjes’in yazdığı senaryoyu yöneten isim ise ticarî sinemanın usta ismi Steven Spielberg olmuş. Müzikali de yapılan güçlü romanın sinema karşılığı tipik Spielberg numaraları ile dolu, “büyük bir dram” olması özellikle amaçlanmış ve çoğunlukla da başarılmış, ve popüler sinemanın kurallarına uygun bir eser olarak nitelendirilebilir. Buna karşılık sinema dili ve sinema değerleri açısından değerlendirildiğinde, filmi vasat olarak nitelemek gerekiyor. Uzadıkça uzayan bir hikâye, özellikle ikinci yarısında sarkan bir senaryo ve karakterlerin karşı karşıya kaldığı ırkçılığın temel olarak kadın özgürlüğü üzerine olan hikâyeye iyi yedirilememesi gibi önemli sorunları var filmin ve bu sorunlara hikâyenin dramına zarar veren mizahî anlarını ve gereğinden fazla hafif görünen atmosferini de ekleyince, seyrettiğimizi başarılı bir sinema yapıtı olarak nitelemek pek de mümkün görünmüyor açıkçası.

Tam on bir dalda Oscar’a aday olan ve bu adaylıkları arasında yönetmenliğin yer almamasının ciddi olarak eleştirildiği film adaylıklarının hiçbirini ödüle dönüştürememiş ilginç bir şekilde. İlginç çünkü film Hollywood’un kurallarına göre oynuyor ve asla “radikal” yollara sapmadan ve kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde anlatıyor derdini. Yine bu kuralların doğrultusunda bir parça güldüren, gözyaşı döktürme işini ustalıkla yapan, dramın/trajedinin fazla kaçtığı durumları dengelemek için devreye atmosferi hafifletici unsurları sokarak seyirciyi yormayan/üzmeyen bir film bu ve tüm bu tercihler filmi “Oscarlık” kılıyor sonuçta. Ne var ki gişedeki başarısını ödüllere dönüştürememiş film ve belki de birkaç yan karakter dışında tüm karakterlerin siyah olması, filmi Oscar’da oy kullananlar için “gereğinden fazla siyah” kılmıştır, kim bilir.

Mor çiçeklerle dolu bir tarlanın önünden geçerken durup bunun tadını çıkarmayanlardan Tanrı’nın hoşnut kalmayacağını söylüyor karakterlerden biri ve Allen Daviau’nun ustalıkla kullandığı kamerasından görüntüye giren mor çiçeklerle dolu bir sahne ile başlıyor film. Açılış jeneriğinin de mor renkle yazılmış olması ve ilk sahnede daha sonra kardeş olduklarını anlayacağımız iki kızla karşı karşıya kalmamız filmin bir kadın hikâyesi anlatacağını ve kadın özgürlüğü hareketinin sembollerinden birinin mor renk olduğunu düşününce de bu hikâyenin feminist bir vurgu taşıyacağını anlıyoruz. Açıkçası bu vaadini tutuyor da film: Gerek hikâyede önemli bir rolü olan “özgür kadın” karakteri ve gerekse baş kadın karakterin erkeklerden (önce babası, sonra kocasından) çektiklerine karşı tutumu ve finaldeki bilinçlenme bu vaadin karşılıkları kesinlikle ve film bu açıdan tatmin edici bir düzeyde. Üstelik bunu yaparken kolay yollara sapmaması ve kadını yaşadıklarına bakışı ve tepkileri açısından oldukça gerçekçi bir şekilde çizmesi de ayrıca takdire değer bir yanı filmin. Bu açıdan bir sorunu yok filmin ama hikâyesini anlatırken iki ciddi hata yapıyor. Bu derece trajik bir hikâyeyi bile elbette iyimser bir tonda (veya daha doğru bir ifade ile söylersek, gişeyi de düşünüp seyirciyi mutlu ederek) anlatabilirsiniz ama buradaki problemin bu şekilde savunulacak bir yanı yok. İyimserliğin dozu kesinlikle kaçmış hikâyede ve Quincy Jones’un müziğinin de zaman zaman büründüğü bir şekilde hayli hafif bir havayı tercih etmiş film pek çok sahnede. Üstelik nedense başvurma ihtiyacı duyulan mizah anları da hem başarılamamış olması hem de gereksizliği ile bu hafifliği daha da rahatsız edici kılıyor. Kadının henüz çocuk yaşta evlendirilerek geldiği evde “kadın eli” ile yarattığı mucize veya kocasının başka bir kadına gitmek için giyindiği sahnedeki anlamsız mizahı sorgulamak gerekiyor kesinlikle. Bu sorunun yanında, ırkçılığın hikâyede önce kısa bir an için hatırlanıp sonra uzun bir süre unutulması ve ardından hikâye ile çok da uyumlu olmayan bir biçimde gündeme getirilmesi gibi önemli bir sıkıntısı da var filmin. Sonuçta hikâye siyah bir kadının siyah erkeklerden çektiklerine dönüşüyor ve buradaki “siyah” kavramı sık sık kadın özgürlüğü temasının da önüne geçiyor. Böyle olunca da filmin kötüsü “erkekler” değil, “siyah erkekler” oluyor.

Bu “siyah kadın” hikâyesini çekmeye döneme ve yaşananlara yeterince aşina olmadığı gerekçesi ile başta çekinen Spielberg’i Quincy Jones’un “E.T.”yi çekmek için uzaylı mı olman gerekiyordu argümanı ile ikna ettiği söylenir. Doğru gibi görünen bir argüman bu ama E.T.’nin Spielberg’in çocuk ruhuna uygun bir film olduğunu ve o filmin baş karakterinin uzaylı olmasının hiç de önemli olmadığını düşününce, aslında hayli yanlış. Spielberg’in masum Amerikalı çocuk ruhu ile o filmde tutan yaklaşımı burada filme hiç yakışmamış ve Jones’u da haksız çıkarmış filmin sinemasal düzeyi. Baştaki hayli rahatsız edici ensest tacizin finalde aslında tam da öyle değilmiş yaklaşımı ile gereksiz bir biçimde yumuşatılması veya Spielberg’in kendisinin de sonradan pişman olduğu bir şekilde iki kadın karakter arasındaki yakınlaşmanın genel seyirci kitlesini rahatsız etmeyecek bir dozda tutulması da yine Spielberg’in genel tutumuna uygun ama film için doğru olmayan tercihlerin örnekleri olarak gösterilebilir. Sonuçta Spielberg’in damgasını vurduğu -tam da bu nedenle Oscar’a aday gösterilmemesinin şaşırtıcı olduğu- bir film bu ve örneğin iki kardeşin ayrılmak zorunda kaldığı sahne tüm öğeleri ile vurguluyor bunu.

Cinsel taciz, şiddet, pedofili ve ensest dolu bu film yukarıda sıralanan tüm kusurlarına rağmen ilgiyi hak ediyor yine de. Whoopi Goldberg ve Margaret Avery’nin oyunculukları, Spielberg’in usta zanaatkârlığını sonuna kadar kullandığı anları, set ve kostüm tasarımları, kadının ellleri ile yüzünü kapatmadan gülmeyi öğrenmesi gibi kesinlikle yüreğe dokunan anları ve belki de tümünden önemli olarak, Hollywood’un ihmal ettiği bir alana el atıp kadın ve siyah karakterleri tüm filme egemen kılması ve bu karakterlere hak ettiği saygıyı ve sevgiyi göstermesi ile önemli bir film bu sonuçta. Afrika’da geçen ve filmde ne aradığını anlamanın mümkün olmadığı sahneleri, filmin tüm mesajını özetlemek için çekilmişe benzeyen yemek sahnesi ve tam da Spielberg’e yakışan bir şekilde “sekülerlerle dindarların uyum içinde buluştuğu ve kötülerin doğru yolu bulduğu mor çiçekli tarla” bölümleri rahatsız etse de en sert kalpli insanı bile yumuşatacak duygusallıktaki yıllar sonra kavuşma sahnesi pek çok seyircinin hoşuna gidecektir kuşkusuz. Romanda yer alan kimi karanlık öğelerin dışarıda bırakılması veya hafifletilmesi ve yoksulluk gerçeğinin üzerinin neredeyse hiç hissedilemeyecek kadar örtülmesi Speileberg’e (ve Hollywood’a) “yakışan” bir tercih ve elbette dürüstlük adına çok yanlış bir tercih ve bunu hep akılda tutarak izlemekte yarar var.

(“Mor Yıllar”)

(Visited 886 times, 5 visits today)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir