“Evet, Kenan benim gibi bir şoför parçasını seviyor işte, senin gibi bir salon kuklasını değil”
Babasının ölümü üzerine taksi şoförlüğünü ondan devralan bir kadının yaşadığı sıkıntıların ve karşısına çıkan aşkının hikâyesi.
Dilimize yerleşen ve sık sık da en azından bir parça küçümseme ile kullanılan bir ifadenin sorumlusu olan filmlerden biri. İlk olarak 1960 yılında Attilâ İlhan (Ali Kaptanoğlu takma adı ile), Metin Erksan ve Atıf Yılmaz’ın senaryosu ile Metin Erksan’ın yönetiminde ve başrolde Sezer Sezin ile sinemada karşımıza çıkmıştı bu karakter. Daha sonra Süreyya Duru’nun yönetmenliği ve yine Sezer Sezin ile iki de devam filmi (1964 yılında “Şoför Nebahat ve Kızı” ve 1965 yılında “Şoför Nebahat Kimde Kabahat”) çekildi ilkinin gördüğü büyük ilgi üzerine. Bu film ise 1960 tarihli siyah beyaz filmin renkli olarak yeniden çekimi niteliğinde daha çok. İlk filmin asıl olarak Attilâ İlhan imzasını taşıyan senaryosunu Duygu Sağıroğlu yenilemiş ve yönetmenlik koltuğuna bir kez daha Duru oturmuş. İlk üç filmde Sezer Sezin’in kendisi ile özdeşleşecek kadar başarı ile oynadığı rolü bu kez üstlenen ise kendisine hayli yakışmış görünen karakteri içinde çok rahat hareket eden Fatma Girik olmuş. Film, dram ve komedi arasında gidip gelen, eğlenceli bir çalışma diye özetlenebilir hayli tahmin edilebilir bir şekilde ilerleyen ve sonuçlanan hikâyesine ve pek çok kusuruna rağmen. Hayli fazla sayıda ve üstelik de pek de aksamış görünmeyen dış çekimleri, 1970 İstanbul’undan görüntüleri ve Sami Hazinses’in 1960 yapımı ve kendisinin de yer aldığı film için Metin Erksan’ın emrivakisi üzerine bestelediği, seyircilerin diline takılan şarkısı ile de ilgiyi hak ediyor.
Attilâ İlhan’ın yarattığı karakterin ismi 1960 yılından sonra taksi şoförü olsun veya olmasın araç kullanan tüm kadın şoförler için kullanılagelmiş ve erkekler tarafından da çoğunlukla bir küçümseme ile tercih edilmiş bu isim ve bugün bile, örneğin bir belediye otobüsünü kullanan bir kadın söz konusu olduğunda, “….’deki Şoför Nebahat” kalıbı içinde hâlâ sıklıkla kullanılıyor. Dolayısı ile bugün belki de o film(ler)den haberi olmayan pek çok kişinin de benimsediği bir niteleme bu. Bugünkü o hafif müstehzi yaklaşımın aksine, film kadının şoförlük yapmasını yadırgamıyor, aksine yadırgayanları sert biçimde eleştiriyor ve komedisinin konusu yapıyor. Silik bir banka memuru ile nişanlı olan ve evlenmek için onun maaşına zam gelmesini uzun süredir bekleyen kadının şoför koltuğuna oturduğu film tahmin edilen ve herhalde arzu da edilen mutlu sonra doğru hızla ilerliyor temposunu hemen hiç yitirmeden. Kimi sahneleri ile televizyon kanallarındaki “taksi duraklı” dizilerin esin kaynağı da olmuş görünen film elbette Yeşilçam’ın pek çok klişesini kullanmaktan da geri kalmıyor (evet, ölüm haberine ney sesi eşlik ediyor örneğin!). Zenginlerin ve burjuvaların (ve burjuvalaşmaya çalışan eski aristokratların) tümü ile kötü olduğu film, yoksullar arasındaki tek kötü karakter olarak zengin iş adamı için çalışan birisini işaret ediyor sadece ki o da doğru yolu bulacaktır filmin finalinde. Kadına en çok yardım eden (dayanışan emekçiler) kişi olan erkek şoförün ise “solcu bıyığı” dikkat çekiyor bir gönderme olarak.
Kadını ile, erkeği ile herkesin “erkeklere ait” olduğuna inandığı bir dünyaya giren ve/ama o dünyanın kurallarını da tümü ile benimseyerek bu dünyada başarılı olan bir kadının hikâyesi bu. Filmin hayli hızlı akan ve bu nedenle olan biteni gerekçeklendirmeye de pek fırsatı olmayan (zaten böyle bir niyeti de olmayan) hikâyesinde kadın süratle erkekleşiyor: Kıyafet değiştirip bir külhanbeyi gibi giyiniyor, anında erkeklerin argosunu benimsiyor, sigara içmeye başlıyor, “o kadar çok içmek istiyorum ki bu gece” gibi cümleler kuruyor, erkeklerle bilek güreşine tutuşuyor, hiçbir kavgaya girişmekten çekinmiyor veya tavla oynarken oyunun tüm terminolojisini esprileri ile birlikte kapıveriyor derhal. Değişimin nasıl bu kadar kolay ve çabuk olabildiğini ve hanım hanımcık genç kadının nasıl böyle sert bir “erkeğe” dönüştüğünü anlamayı bize bırakıyor film. Bir yandan kadının kendi kavgasını kendisinin yapabildiğini göstermesi ile olumlu ama öte yandan bu kavgayı “erkekleştiği” bir dünyada yapması ise olumsuz elbette. Kadının ancak erkeğe dönüşerek o dünyada ayakta kalabilmesi, evet gerçekçi ama rahatsız edici. Filmin bu erkekleşmeyi zıt yönde bir başka olumsuzluğa taşımasını da (İzzet Günay’ın oynadığı avukatın Girik’in saçını açarak, onu alnından öpmesi (sahiplenmesi bir bakıma sembolik olarak da olsa); kadının hastaneden beyaz gelinlik içinde çıkması (hikâyenin başında uzun süredir beklediği bize söylenen bir an bu) gibi sahneler aracılığı ile) bu olumsuzluklara eklemek gerekiyor. Günay’ın avukat karakterinin eski sevgilisine söylediği “nasıl bir kadın istediğimi bildiğin halde…” cümlesi de pek kadın özgürlüğünü işaret ediyor olmasa gerek ve yine aynı karakterin tecavüze kalkıştığını öğrendiği (ve avukatı olduğu) iş adamının bu hareketinden sonra “onunla konuşacağını” söylemekle yetinmesi de senaryonun özensiz bir diyalogu olarak görünüyor.
Filmin teknik açıdan üstesinden gelmiş göründüğü bir zorluktan da bahsetmek gerekiyor: Etraftaki “artistleri görmeye gelmiş” seyircilere rağmen dış çekim yapmak. Hikâye süresince karakterler başta Taksim Meydanı (1970 yılında yanmadan önceki hali ile AKM ve meydana bakan tarafı ile Gezi Parkı da dahil olmak üzere), Eyüp, Sarıyer, Emirgan vs. sık sık karşımıza geliyor bu dış çekimlerde ve hemen hiç aksamıyor film bu hikâyede hayli uzun bir süresi olan sahnelerde. Bu özelliği nedeni ile filmin özellikle İstanbullular için sıkı bir nostalji kaynağı olmak gibi bir artısı var onu çekici kılacak. Fatma Girik’in, karakterinin dönüşümünü inandırıcı kılmakta ciddi zorluğu olan senaryoya rağmen gerçekçi görünmesi ve dramdan aksiyona ve komediye hiç aksamadan rolünü başarı ile canlandırması dikkat çekerken, Münir Özkul ve Sami Hazinses hayli kaba ve sulu komedi anlarının kurbanı oluyorlar, üstelik abartılı mimiklerle oynayarak bu kabalığı daha da artırıyorlar.
“Haydi Nebahat Abla / Koş, Arabana Atla /… /Taksim, Şişli, Sarıyer / Durmadan Hemen Gider” sözleri ile bildiğimiz şarkısı, iki aşığın bir gece Boğaz kenarında masada oturarak konuştukları karenin görselliği, temposu ve gereksiz kabalaşsa da komedisi ve eğlencesi ile görülebilir bir film bu. Metin Serezli’nin Gececi Neşet karakterinin bir sahnedeki “Neşet gider” repliğinin yıllar sonra Aşk-ı Memnu dizisinde Kıvanç Tatlıtuğ’un ağzından “Behlül gider”e dönüştüğünde istemeden hayli komik bir ana neden olduğunu da not düşelim!