“Senin akıllı biri olduğunu sanıyordum, aptalın biriymişsin. Burasının İsviçre olduğunu mu sanıyorsun? Burada adalet yok!”
Bir otelde işlenen bir cinayeti araştıran ve kendisi de pek temiz olmayan bir polisin, ip uçlarının parlamento üyesi de olan ünlü bir iş adamını işaret etmesi üzerine yaşadıklarının hikâyesi.
İsveç vatandaşı, yarı İsveçli yarı Mısırlı sinemacı Tarik Saleh’in yazdığı ve yönettiği ve İsveç, Almanya, Danimarka, Fas ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen bir film. Kara film türüne yaklaşan bir havası olan bu suç filmi hikâyesini 2011 yılının başında Mısır’da yaşanan “devrim”in günlerine oturtarak anlatıyor ve karşımıza sosyal, politik ve ahlâki olarak hayli yozlaşmış bir ülke getiriyor. 2008 yılında Dubai’de yaşanan gerçek bir olaydan esinlenen film özellikle Amerikan sinemasının başarılı örneklerini verdiği türden bir “kendisi de pek temiz olmayan” polis üzerinden ilgi çekici bir hikâye anlatıyor bize. Politik olmaktan çekinmeyen filmin büyük bir kısmı, dış çekimlerinin ise tamamı -doğal olarak Mısır’da değil- Fas’ta gerçekleştirilmiş. Yarı İsveçli yarı Lübnanlı bir oyuncu olan Fares Fares’in hem fiziksel hem oyun anlayışı açısından karakterine çok yakıştığı ve oyunculuğunun dikkat çektiği film, hikâyesini yaşandığı toplumdan soyutladığınızda belki çok yeni veya özel bir şey söylemiyor gibi görünüyor ama hem tam da bu sosyal ve politik arkaplanı hem de biçimsel olarak gerilimi başarılı bir suç filmi olması ile ilgiyi hak ediyor.
Filmin hikâyesi 2008 yılında Dubai’de öldürülen Lübnanlı şarkıcı Suzanne Tamim ve onu öldürten Mısırlı iş adamı ve parlamenter Hisham Talaat Moustafa’dan esinlenmiş. Güçlü bir figür olmasına rağmen dokunulmazlığı kaldırılarak Mısır’da yargılanmış Moustafa ve ilk mahkemede idam cezasına çarptırılmış. Daha sonra yeniden yargılandığında ise 2010’da 15 yıl hapse indirilmiş cezası ve 2017 yılında da Mısır Devlet Başkanı Sisi tarafından affedilerek salıverilmiş. Mısır halkı için bir adalet örneği olan yargılama aynı halk için yeni bir hayal kırıklığına dönüşmüş bir başka ifade ile söylersek. Saleh’in senaryosu bu hikâyeyi aynen anlatmıyor ve daha da karamsar bir final çiziyor seyirciye ki bu seçimi filmin geneli ile de uyumlu. Polisin rüşvet, işkence, kayırma ve güçlü olanın yanında durmasının örneklerini hikâye boyunca karşımıza getiren film oldukça yozlaşmış bir ülke ve sistem resmi çiziyor. Hikâyenin “kahraman”ı olan polisin de içinde bulunduğu bir yozlaşma bu seyrettiğimiz ve ülke için bir umut ışığını da hiç hissettirmiyor bize. Bu açıdan bakıldığında da biçim olarak kara filmlere yakın duran bu filmin içerik olarak da kara olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Yönetmenin kendisi bu içeriği şöyle tanımlamış: “Klasik suç filmlerinde birisi sistemdeki bir problemi teşhis eder ve onu çözer, kötü adam hapse girer ve her şey mutlu bir şekilde sona erer. Bense bu filmde kendisinin de bir parçası olduğu, tamamen çürümüş bir sistemle savaşan ve yok edilme riski ile karşılaşan bir karakterle ilgilendim.”
Hüsnü Mübarek’in henüz başkan olduğu ve devrilmediği 2011 yılının başlarında geçiyor hikâye. Bir otelde çalışan Sudanlı hizmetçi bir cinayetin tanığı oluyor. Öldürülen Tunus asıllı ünlü bir şarkıcı (gerçek hikâyede Lübnanlı olan şarkıcının Tunuslu yapılmasını, bir sahnede karakoldaki polislerin televizyonda yayınlanan “Tunus Devrimi”ni tartışmaları ile birlikte değerlendirmek gerekiyor kuşkusuz; filmin her zaman ana meselesi gibi göstermese de politik arkaplanı hep işlemesi ile ilişkili bu tercih), öldüren bir tetikçi (hikâye ilerledikçe soğukkanlı bir cani olduğunu anlıyoruz bu adamın; gerçek hikâyede eski bir polismiş bu katil), öldürten ise emlak işleri ile çok zengin olmuş ve parlamento üyesi de olan bir iş adamı. Polisimiz amcasının amiri olduğu emniyet müdürlüğünde ondan sürekli destek alan ve çocuğunu da alıp gitmiş karısından boşanmış, yalnız bir adam. Filmin ilk sahnelerinden birinde esnaftan haraç alırken görüyoruz onu ki şarkıcı cinayetini soruştururken de birkaç kez tanık oluyoruz bu duruma. Polisin, daha geniş hali ile söylersek devletin yozlaşmasını sadece soruşturmanın savcı tarafından durdurulması ve cinayetin intihar olarak tanımlanıp kapatılması gibi önemli örnekleri ile göstermiyor Saleh. Savcının cinayetin işlendiği otel odasında ve ceset henüz odadayken, odanın hesabına yazdırarak kendisine karides ve mango tabağı getirtmesi gibi trajikomik örnekleri de var bu yozlaşmanın. Demokrasisi ve tüm sistemleri çökmüş bir ülkede “doğal” eylemler bunlar ve Saleh de doğru bir seçimle tüm bu örnekleri hikâyenin akışının “doğal” bir parçası yapmış.
Hikâyede belki de ahlâki açıdan doğru bir noktada duran tek karakter polisin babası; oğlunun fazladan para kazandığını ve kendisine de verebileceğini söylemesi üzerine, “Bana fazladan para kazandım deme, çaldım de” diyerek tepki gösteriyor. Bu karakterin yaşlı, bakıma muhtaç ve zamanını televizyon karşısında geçiren pasif bir kişi olarak çizilmesi de filmin karamsar havasını destekleyen bir öğe. İçeriğin bu karanlığını sinema dili ile de desteklemiş yönetmen Saleh. Herkesin sigara içtiği gece kulüpleri, “femme fatale” havalı kadın şarkıcılar, şehvetin odağında olduğu suçlar, karanlık atmosferli mekanlara girip çıkan polis… Adeta 1940’larda çekilmiş bir film getiriyor karşımıza tüm bu unsurlar ve başroldeki Fares Fares’in “cool” ve zaman zaman tekinsiz de görünen oyunculuğu da destekliyor bu havayı. Fares rolündeki o denli iyi ve o denli gerçekçi oynamış ki karakterini onsuz hayal etmek mümkün değil gibi görünüyor bu polisi.
Sudanlı hizmetçi karakteri üzerinden göçmenlerin ve genel olarak şehrin yoksulluğunu da sergileyen filmde polisin amcası rolündeki Yasser Ali Maher de düzene çok iyi uyum sağlamış, sinsi karakterinde başarılı bir performans gösteriyor. Hikâyesi sıkı bir polisiyenin sahip olması gerektiği kadar “bilinmeyen” veya gizem içermeyen, her öğesi yeterince veya hak ettiği kadar derin anlatılmayan ve zaman zaman bir dinamizm problemi yaşadığını da söylememiz gereken filmde görüntü yönetmeni Pierre Aïm’in çalışması hayli başarılı ve hikâye bu kusurlarına rağmen görülmeyi hak eden bir çalışma kesinlikle.
(“Esrarengiz Cinayet”)