First Blood – Ted Kotcheff (1982)

“Bir gerilla savaşı uzmanıyla karşı karşıya olduğunuzun farkında değil gibisiniz; silahla, bıçakla, çıplak elle adam öldürme konusunda bir uzmanla. Acıyı hissetmemek için eğitilmiş, her türlü hava koşulunda hayatını idame ettirmeyi öğrenmiş, bir keçiyi bile kusturan şeyleri yiyebilen biri. Vietnam’da görevi düşman unsurları yok etmekti, öldürmekti yani, zayiat verdirme. Rambo bu işin en iyisiydi”

Bir arkadaşını bulmak için geldiği kasabada, polis tarafından hak etmediği bir muameleye ve şiddete maruz kalan bir Vietnam gazisinin hikâyesi.

Kanada asıllı Amerikalı yazar David Morrell’in 1972’de yayımlanan aynı adlı eserinden uyarlanan, senaryosunu Michael Kozoll, William Sackheim ve Sylvester Stallone’nin yazdığı, yönetmenliğini Ted Kotcheff’in yaptığı bir ABD filmi. 1976’da Rocky (John G. Avildsen) ile sinema dünyasında güçlü bir konum kazanan Sylvester Stallone’nin yedinci sanata armağan ettiği ikinci unutulmaz karakteri Rambo’yu canlandırdığı yapıt seyirciden büyük ilgi görmüş ve bu kahramanın bugüne kadar dört ayrı hikâyesinin daha çekilmesini sağlamıştı. 1975’te ABD için küçük düşürücü bir şekilde sona eren Vietnam Savaşı henüz devam ederken yazılan bir romandan, savaştan yedi yıl sonra çekilen yapıt sivil hayata travmalarla dönen ve evine döndüğünde, hiç beklemediği yeni travmalarla karşılaşan bir askerin hikâyesini anlatıyor. Politik açıdan epey sorunlu içeriği olan film, Rambo’yu romana göre daha sempatik bir karaktere dönüştürürken, hayli iyi anlatılmış bir öykünün içerdiği Hollywood ustalığı ile kendisini ilgi ile hissettiryor. Daha sonraki dört Rambo filminde gittikçe daha da sağa ve Amerikan övgüsüne kayan bir markanın beyazperdedeki bu ilk macerası aksiyonseverlerin çok beğeneceği, Stallone hayranlarının bayılacağı ve yönetmen Kotcheff’in tıkır tıkır işleyen öykü anlatma becerisi ile meraklısının keyifle seyredeceği bir çalışma.

Film tüm dünyada olduğu gibi bizde de büyük ilgi görmüş ve başkarakteri Rambo’nun adı ile yerleşmişti sinemaseverlerin diline. Bu ilgi Çetin İnanç’ın 1983’te başrolü Cüneyt Arkın’a vererek ve elbette telif hakkı gözetmeden, “Vahşi Kan” adı ile bir kopyasını çekmesini de sağlamıştı. 2007’de çekilen ve Garth Jennings’in yönettiği, Fransa, Birleşik Krallık ve Almanya yapımı “Son of Rambow” adlı komedi filmi de yine “First Blood”dan esinlenen bir yapıttı. Filmin gişe başarısı ve başkarakterinin karizması Amerikan sinemasının bugüne kadar dört Rambo filmi daha çekmesini sağladı: “Rambo: First Blood Part II” (George P. Cosmatos, 1985), “Rambo III” (Peter MacDonald, 1988), “Rambo” (Sylvester Stallone, 2008) ve “Rambo: Last Blood” (Adrian Grünberg, 2019). Devam filmlerinden yola çıkılarak yazılan romanlar, çizgi romanlar, video oyunları ve çizgi filmler Rambo’nun bir marka olarak değerini gösteriyor elbette. Bu değerin oluşmasında, karakterin ilk sinema uyarlaması olan “First Blood”da romandan uzaklaşılarak, Rambo’nun bir parça daha sempatik kılınmasının da payı var. Roman Rambo’nun ölümü ile biterken, burada farklı bir son var ki yeni maceralara kapıyı açan temel unsur da bu olmuş; Rambo’nun devlet otoritesini temsil eden güçlerle olan silahlı çatışmasındaki kayıpların nitelik ve nicelik değiştirmesi de karakterin daha yumuşak bir görünüm kazanmasını sağlamış. Yeşilçam uyarlaması ise bu yumuşatmayı daha da ileri götürerek, bir anti-kahramanı kahramana dönüştürmüş ve bu uğurda hayli zorlama fedakârlık ve kahramanlık sahneleri de eklemişti öyküye.

Vietnam savaşı ve sonrası Amerikan sinemasında bolca ele alındı ve bu filmlerin hemen tamamı Amerikan askerlerinin yaşadıkları üzerine kuruluydu. Britanya Film Enstitüsü’nün (BFI) 2014’te yayınlanan ve “10 Önemli Vietnam Filmi “başlığını taşıyan yazıdaki 10 yapıtın tamamı Amerikan askerlerini, ordusunu veya savaştan etkilenen sivillerini ele alıyordu örneğin: “Deathdream” (Bob Clark, 1972), “Hearts and Minds” (Peter Davis, 1974), “Coming Home” (Hal Ashby, 1978) “Apocalypse Now” (Francis Ford Coppola, 1979), “Platoon” (Oliver Stone, 1986) “Full Metal Jacket” (Stanley Kubrick, 1987), “Hamburger Hill” (John Irvin, 1987), “Good Morning, Vietnam” (Barry Levinson, 1987), “Little Dieter Needs to Fly” (Werner Herzog, 1997), “The Fog of War: Eleven Lessons from the Life of Robert S. McNamara (Errol Morris, 2003). Vietnam’ın askerlerini olmasa da, savaşın travmasını yaşayan sivillerini anlatan ve Don Hoag’ın yönettiği, 2007 tarihli “Oh, Saigon” adlı belgesel gibi, yaşananlara “düşmanlar” üzerinden bakan saygın filmlerin sayısı oldukça az ve BFI listesinde yer almayan “First Blood” d yine Amerikan vatandaşlarına odaklanıyor. Daha sonraki Rambo filmlerinde bariz bir şekilde öyküye hâkim olan Amerikan milliyetçiliğinin izlerine burada, en azından doğrudan, rastlanmıyor ama Vietnamlıların portreleri oldukça rahatsız edici; sadece birkaç kısa sahnede kahramanımıza fiziksel işkence yaparken ve korkutucu yüz ifadelerle çıkıyor karşımıza Amerikan işgaline karşı ülkelerini savunan Vietnamlılar. Amerikan ordusunun bu savaş sırasında kullandığı portakal gazının (orange gas) etkilerini bile sanki sadece Amerikan askerleri kurbanmış gibi kullanıyor film. Oysa, Vietnam hükümeti, ABD hükümeti açıklanan rakamları güvenilmez bularak ret etse de, insan ve çevre sağlığı açısından korkunç etkileri bulunan bu gaza yaklaşık 4 milyon vatandaşının maruz kaldığını ve bunların 3 milyonunun bu gaz yüzünden önemli sağlık problemleri yaşadığını açıklamış. Vietnam Kızıl Haç örgütü ise 1 milyon kişinin portakal gazı yüzünden sakat kaldığını veya önemli sağlık problemi olduğunu belirtiyor. Filmde ise, kullanımı bir insanlık ve savaş suçu teşkil eden zehirli gaz sadece, Rambo’nun bir arkadaşının bu gaz yüzünden kanser olarak (bu gazın birden fazla kanser türüne yol açtığı saptanmış durumda) ölmesi üzerinden anılıyor ve yaşananlar hakkında bilgisi olmayan biri gazı “düşman”ın, yani Vietnam’ın kullandığını bile düşünebilir fail öne çkarılmadığı için.

Amerikan ordusunun Vietnam’da ne aradığından da elbette hiç söz edilmiyor ve kahramanımızın dostu olan bir Amerikan askerinin Vietnamlı bir çocuğun tuzağına düşürülerek öldürülmesi öyküsü üzerinden gerçek kurban olanın kimliği gizleniyor bir bakıma. Eleştirilmesi gereken bir diğer konu ise Rambo’nun, ülkesine döndüğünde “bebek katili” olarak protesto edilmesinin (“Orduda değerliydim, burada otoparkta bile iş vermiyorlar”) kullanım şekli.. Bu protestocuların savaş başladıktan sonra defalarca Amerikan ordusuna ve hükümetine karşı eylem yapanlar olduğundan ve hatta bu nedenle can verdiklerinden de (örneğin 1970’de Kent Üniversitesi’ndeki eylemlerde 4 öğrenci askerlerin açtığı ateş sonucu hayatını kaybetti) bahsedilmiyor. Senaryonun apolitik olmayı seçmesi ve kendisinin seçmediği bir savaşın kurbanı olan Amerikan askerlerinin trajedisini anlatmayı tercihi tek başına eleştiri konusu olmak zorunda değil elbette ama film asıl kurbanlara hiç değinmeden yapınca bunu ve sonraki maceralarda “kurban Rambo”yu bir Amerikan kahramanına dönüştürünce (Vietnam’daki esir Amerikalıları kurtarmak, “zalim Sovyet ordusu”na karşı Afgan direnişçilere yardım etmek, paralı askerlerle birlikte Burma’daki misyonerleri kurtarmak ve Meksikalı uyuşturucu kartellerine karşı savaşmak gibi görevlerle), bu tercihler pek de masum durmuyor elbette.

Peki ne anlatıyor hikâye? Üzerinde ABD bayrağı olan askerî ceketi ile bir kasabaya gelen Vietnam gazisi Rambo’nun sadece yemek yiyip ayrılmak istediği bir kasabanın şerifinin onu bir serseri olarak görüp (“Ceketindeki bayrağa ve bakışlarına bakılırsa bela arıyor gibisin”), bölgesinden uzaklaşmaya zorlamasının öyküsü seyrettiğimiz. Karşılaştığı ve bir gazi olarak hak etmediği kötü muamele, hayatta kalmak üzerine sıkı bir eğitim görmüş olan ve bu alanda Vietnam’da madalyalar kazanacak kadar başarılar gösteren Rambo’nun tepki göstermesine yol açacak ve bundan sonrası peşine önce yerel polisin, sonra da ulusal muhafızların düşeceği bir insan avı olacaktır. En azından şerif ve benzer karakterler üzerinden, filmin muhafazakâr otoriteye yönelik bir eleştirisi olduğunu söylemek mümkün ve bu kasabanın günümüzdeki Trump taraftarları tipinde insanların yaşadığı bir yer olma ihtimalinin yüksekliği düşünülünce bu eleştiri bir parça daha anlamlı da oluyor.

Ted Kotcheff kesinlikle iyi bir aksiyon yönetmenliği örneği gösteriyor ve pek çok sahnede becerisini sergiliyor. İçeriğinin sorunlu politik boyutunu bir kenara bırakırsak, Rambo’nun neden değerli bir markaya dönüşmeye hakkı olduğunu hemen her sahnesi ile gösteriyor bize Kotcheff. Öykünün kahramanının saklandığı doğanın Vietnam’ı ve Rambo’nun tek kişilik direnişinin kasabayı bir yangın yerine dönüştürmesinin Amerikan ordusunun Vietnam’a yaptıklarını çağrıştırması veya Rambo’nun Amerikan bayraklı karakolu silahı ile defalarca taraması ise içerikten çok, aksiyon açısından seçilmiş gibi görünüyor ve hedeflenen çekiciliğe de ulaşılıyor açıkçası. Kaynak romanda işlevi farklı olan ve “Rambo’yu yaratan” albay (“Buraya Rambo’yu sizden kurtarmaya değil, sizi Rambo’dan kurtarmaya geldim”) ile şerif arasındaki, öyküye derinlik katması amaçlanan konuşmanın zorlama havası da filmin aksiyon yapıtı olarak değeri ile yetinmemiz gerektiğinin yeterli bir kanıtı. Finalde devleti temsil ettiğini düşünebileceğimiz üniformayı taşıyan kişiye sığınma / sarılma sahnesi ile, iktidar sahiplerinin zulmü karşısında bireylerin çaresizliğini dokunaklı bir biçimde dile getiren yapıtın, öykünün Vietnamlıları ihmal boyutunu bir kenara koyarsak, halkın kullanılıp bir kenara atılmasını güçlü bir biçimde anlattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Rambo’yu bu bağlamda bir kurban olarak görmek mümkün ve onun travmalarının nedenlerini ve sonuçlarını da aksiyon ile doğal bir şekilde ilişkilendirebilmiş Kotcheff’in yapıtı.

Kurduğu tuzaklar, oynadığı oyunlar ve hayatta kalma konusundaki sınırsız yetenekleri ile zeki ve yetenekli bir komandoyu canlandıran Stallone’nin oyunculuk becerisi, bekleneceği gibi, asıl olarak aksiyon sahnelerinde gösteriyor kendisini ama rolüne her anlamda yüklendiğini de hissettiriyor bize. Şerif rolünde Brian Dennehy’nin, karakterini klişe olmaktan uzaklaştıran performansını ve bu yıl hayatını kaybeden Jerry Goldsmith’in özellikle aksiyon sahnelerinde zaman zaman epik bir havaya bürünen güçlü müziğini de anmamız gereken filmin finali ise pek de doğru görünmüyor ama meraklıları, devam filmlerinin yolunu açan bu sondan rahatsız olmayacaklardır muhtemelen.

(“İlk Kan”)

Billy Two Hats – Ted Kotcheff (1974)

billy two hats“Buraya ilk geldiğimde, binlerce yerli vardı ve milyonlarca da bizon. Şimdi hiçbiri yok. Başta güzeldi her şey”

Birisinin ölümü ile sonuçlanan banka soygunundan sonra kaçan bir kovboy, bir yarı yerli yarı beyaz arkadaşı ve peşlerine düşen bir şerifin hikâyesi.

Western türünün modasının artık geçtiği, baş oyuncusu Gregory Peck’in de eski parlak günlerini geride bırakmış göründüğü bir dönemde çekilen alçak gönüllü bir western. Bir ABD yapımı olarak İsrail’de çekilen ilk western olmak gibi bir özelliği olan film zamanında pek dikkat çekmemiş, hatta İsrail’de çekilmiş olması espri malzemesi dahi olmuştu. Üzerinden geçen kırk bir yıldan sonra, film bugün daha olumlu bir değerlendirmeyi hak ediyor kesinlikle. Temel olarak bir takip hikâyesi olarak gelişen filmin olay örgüsü basit ama olumsuz anlamda bir basitlik değil bu, oyuncular üzerlerine düşeni yapıyorlar, dozunda ve hikâyeye iyi yedirilmiş bir romantizmi var ve heyecanı da çoğunlukla ayakta tutmayı başarıyor. Üstelik yerlilere eski Hollywood’dan hayli uzak bir bakışa sahip olmak gibi takdiri hak eden bir yanı da var.

Gregory Peck’in pek olmamış bir İskoç aksanı ile oynadığı filmi Alan Sharp’ın orijinal senaryosundan Bulgar asıllı Kanadalı yönetmen Ted Kotcheff çekmiş, yapımcı koltuğunda ise ünlü bir isim, Norman Jewison var. Zamanında neden hiç tutulmadığını anlamak zor belki ama bunda en büyük iki etken sanırım western’in artık moda olmadığı günlerde çekilmesi ve gösterişten uzak duran yapısı olsa gerek. Hikayesini anlatırken sadece filmin yıldızı Peck’in canlandırdığı karaktere odaklanmayıp, Desi Arnaz Jr.’ın melez karakterine, şerife ve ona yardım eden adama ve iki kahramanımızın kaçışları sırasında karşılaştığı kadına da aynı incelikle ve özenle eğilen senaryo filmin en büyük avantajlarından biri. Öyle ki ikilinin çatışmak zorunda kaldıkları yerliler bile senaryonun bu özeninden payını almış görünüyorlar ve bir şekilde tüm bu karakterleri kendi hikâyeleri ile ilginç kılabilmiş filmimiz. Meleze halkın genel bakışının (pek kötü yürekli çizilmeyen şerif bile “o sıradan bir adam bile değil, o bir melez” cümlesini sarf ediyor onun için) karşısına hayli cesur, yürekli ve ince bir insan resmi koyuyor film ve Peck’in beyaz kahramanı kadar onun da filmin yıldızı olmasını sağlıyor. Kahramanlarımıza saldıran yerlilerin kullanım şekli ise klasik Amerikan sinemasındaki “vahşi kızılderili” imajından uzak görünüyor. Şerife yardım eden adamın ağzından duyduğumuz sözler (bir zamanlar o bölgenin yerliler ile dolu olduğu) ve bu yerlilerin eksantrik halleri (kadın kıyafeti giyen, boynunda büyükçe bir fotoğraf asılı olarak gezen, viski peşine düşen veya bir kadın şemsiyesini elinden hiç bırakmayan karakterler bunlar) ve sağlıksız yüzleri onları korkunç/komik olarak göstermekten çok yaşadıkları (daha doğrusu içine atıldıkları) hayatların acınası hallerini işaret ediyor sanki seyirciye. Evet, saldırıyorlar ve öldürüyorlar ama sanki başka bir hayat şansları da yok gibi görünüyor. Kaldı ki iki baş karakterimizin de banka soyguncusu olduklarını ve istemeden de olsa birisinin ölümüne neden olduklarını unutmayalım.

John Scott’ın klasik western temalarından genellikle uzak duran ve hatta zaman zaman modern bir havaya bürünen müziği ve Brian West’in özellikle geniş ve boş alanlardan etkileyici kareler (güneş batarken yaşanan bir kovalamaca sahnesi oldukça etkileyici örneğin) yakalayan görüntülerinin de dikkat çektiği filmin belki iki temel kusuru fazlası ile alçak gönüllü olması ve bizon avı için kullanılan tüfekle kaçanlara ateş edilmesi sahnesindeki teknik becerinin tüm filme yayılmamış olması. Oysa girişteki sessiz ve tedirgin havayı yalın havasına rağmen (veya tam da o nedenle) yakalayabilen filmin yaratıcıları bu örneklerden çok daha fazla yaratabilirmiş ve filmi de kesinlikle daha etkileyici ve kalıcı kılabilirlermiş. Buna rağmen, “beyazlar”a fazlası ile dokunduran film (şerifin öldürdüğü çete üyesinin cesedi ile poz verdiği sahne örneğin), Peck’in sade (belki bir parça fazla sade olsa da ve olmamış İskoç aksanı rahatsız etse de) oyunu, ona eşlik eden ve özellikle ilk yarıda senaryodan kaynaklanan nedenlerle bir parça silik kalan ama sonradan açılan melezi canlandıran Desi Arnaz Jr., para karşılığı kaba bir adama satılmış ve melez ile filme çok yakışan bir romantizmin nesnesi olan kadını hayli başarılı şekilde oynayan Sian Barbara Allen, şerif rolünde canlı bir performans veren Jack Warden ve ona yardım eden salon sahibini oynayan David Huddleston’ın varlıkları ile ilgiyi hak eden bir çalışma. En azından, bugün unutulmuş olmayı hak etmeyen bir film bu ve görmekte yarar var.

(“The Lady and the Outlaw” – “Beraber Dövüşelim” – “Çılgın Dövüş”)