Monanieba – Tengiz Abuladze (1984)

“Hiç kimseye güvenemeyiz, ne sözlerine ne de hareketlerine. Düşmanı tanıyabilmek için gözümüzü hep açık tutmalıyız. Bu en büyük görevimizdir ve hafife alınamaz, hanımlar ve beyler. Hatta incelikle düşünülmelidir çünkü her üç kişiden dördü düşmanımızdır. Hiç şaşırmayın! Bir düşman bir dosttan fazlasıdır. Bu her zaman böyleydi ve bugün de böyle. Hanımlar ve beyler, anavatanımız tehlike altında. Halkımız sımsıkı bir yumruk olmalı, düşmanın aşamayacağı bir Çin seddine dönüşmelidir. Çin’in bilgeliğinden yararlanmak da uygundur. Konfüçyüs şöyle demiştir: “Kararanlık bir odada siyah bir kediyi yakalamak zordur, özellikle de ortada bir kedi yoksa!” Kuşkusuz ki görevlerin en zorlarından biri ile karşı karşıyayız; ama birlikte aşamayacağımız bir engel yoktur. Eğer yeterince istersek, karanlık odadaki kediyi yakalarız, odada kedi olmasa bile”

Hayatını yeni kaybeden despot bir belediye başkanının cesedinin gömüldüğü mezarlıktan sürekli olarak çıkartılarak evinin bahçesine geri götürülmesinin ve bu işin arkasındaki kişinin bunu neden yaptığının hikâyesi.

Tengiz Abuladze’nin yönettiği, senaryosunu Abuladze, Nana Janelidze ve Rezo Kveselava’nın yazdığı bir Sovyetler Birliği yapımı. 1984’teki tek gösteriminden sonra ülkesinde yasaklanmış ve 1987’de Cannes Festivali’nde Büyük Jüri, Sinema Yazarları ve Ekümenik Jüri ödüllerini kazandıktan sonra Gorbaçov’un politikalarının sonucu olarak tekrar gösterime çıkarılmıştı bu ilginç film. Belediye Başkanı Varlam rolünde Gürcü oyuncu Avtandil Makharadze’nin görkemli bir performans sergilediği film onun karakteri üzerinden Sovyet rejimine sert bir eleştiri getiriyor. Yönetmenin 1967 yapımı “Vedreba” (Yakarış) ve 1976 yapımı “Vris Khe” (Dilek Ağacı) filmleri ile birlikte bir üçlemenin parçası olarak gördüğü yapıtı için kullandığı “Bu filmi yaptım ki bir daha asla yaşanmasın bu” ifadesi hedefini çok net anlatan bir cümle; yapıtın zaman zaman bir didaktizmden yeteri kadar sıyrılamamış olmasını da yine onun bu hedefi izah ediyor olsa gerek. Etkileyiciliği tartışılmaz ve SSCB rejiminin özellikle Stalin döneminde büründüğü hâli ve onun ülkenin genlerine yerleşen etkisini açık bir biçimde sorgulayan ve arada acı bir mizah da katarak eleştiren çalışmanın önemi açık. Adını doğrulayan finali ile nedametin gerekliliğini, anlamını ve yarar(sızlığı)ını seyirciye de düşündürtmeyi başaran yapıt, anlattığının önemine “çok fazla” inanan tüm “manifesto” filmleri gibi seyircinin üzerine fazla gelse de ve meselesinin altını ısrarla çizse de görülmeyi kesinlikle hak eden bir çalışma.

Senaryonun Sovyet rejimini eleştirisini oluşturmak için kullandığı despot belediye başkanı Varlam gerçek hayattaki birkaç karakterin birleşimi gibi: Bıyığı ile Hitler’i hatırlatıyor (Faşist bir rejim ile SSCB’nin geldiği noktayı eşitliyor böylece film ki elbette çok abartılı bir yorum bu), saç kesimi ve yakasız gömleği ile Stalin’in bir kopyası, kara gömleği ve opera sevgisi ile Mussolini’yi akla getiriyor ve gözlükleri / vücut dili ile Stalin döneminin güvenlik şefi Lavrenti Beria’ya göndermenin aracı oluyor. Gorbaçov ile başlayacak yeni dönemin hemen öncesinde çekmek için tehlikeli bir hikâye bu şüphesiz ve ilk gösteriminden hemen sonra yasaklanması da “anlaşılabilir” bir durum. Kendisi de Stalin ve Beria gibi Gürcü olan Tengiz Abuladze, Varlam ile tam bir şeytanî karakter yaratıyor ve onun üzerinden tüm Sovyet rejimini sert bir şekilde eleştiriyor. Hikâye sadece bu karakterin kötülüklerini sergilemekle yetinmiyor ve sonraki iki kuşak üzerinden kabullenme, görmezden gelme, sorgulama, pişmanlık, izah etmeye çalışma gibi kavramları da getiriyor seyircinin karşısına ve zaman zaman frenleyemediği didaktizmi ile onu bir taraf tutmaya da zorluyor bir bakıma. Bu durum aslında filmin bir yandan güçlü bir etkileyiciliğe sahip olmasını sağlarken, diğer yandan da içeriğinin sinemasının önüne geçmesinin nedeni oluyor.

Gazetede okunan bir ölüm haberi ile başlıyor film; yıllardır şehri yöneten belediye başkanı Varlam hayatını kaybetmiştir. Abartılı nutukların okunduğu törenden sonra gömülür cenaze ama ertesi sabah adamın bedeni evinin bahçesindeki bir ağaca dayalı olarak ortaya çıkar. Ölüdür ve gömüldüğü pozisyonda olduğu gibi elleri göğsündedir. Tekrar gömülür ama aynı şekilde yine ortaya çıkar. “Merhumu tutuklamak zorundayız” gibi “polis devleti” anlayışına göndermeli espriler ve nöbetçilerin Orta Çağ askerleri gibi zırhlar içinde olması gibi unsurlarla süren sahneler cesedi mezardan çıkaranın yakalanması ile sona eriyor ve daha sonra bu karakterin mahkemede, bu eylemi neden yaptığını ve yapmaya devam edeceğini anlatması ile sürüyor. Bu uzun geri dönüşlü bölümden sonra tekrar günümüze geçiyor film ve Varlam’ın oğlu ve torunu üzerinden bir hesaplaşma ve sorgulama, asıl olarak da bir nedamet hikâyesi olarak sona eriyor.

Varlam’ın başkanlık töreni, devletin kiliseyi bir araştırma enstitüsünün laboratuvarına çevirmesi (bilim ve din çatışması için bir parça kaba bir sembol olmuş bu ve hikâyenin kilise kurumunu ve dini sadece bir mağduriyet unsuru olarak kullanması da tartışılması gereken bir tercih), bir sanatçının Varlam’a “Benim resimlerim ve sizin çalışmalarınız halkı aydınlatamaz. Onların ruhanî bir lidere, manevî bir öndere ihtiyacı var” sözleri gibi ögelerle film komediyi de katarak eleştirisini hiç aksatmıyor hikâye boyunca. Bunu yaparken -rejimin sert çizgilerinin de doğal sonucu olarak olsa gerek- kaba bir materyalizm eleştirisinden de sakınmıyor hiç. İhbarlar, bugün gözde olan bir adamın yarın tüm itibarını kaybetmesi, iç burkan bir “kütüklerin üzerinde isim arama” sahnesi ve -yine fazla doğrudan olan- adalet tanrıçası Themis bölümü ile film anlatmak istediğinin çok net olmasına sürekli dikkat ediyor. Hikâyedeki bugün bir parça kaba görünebilecek örneklerin o dönemde yaşananlarla birebir örtüştüğü ya da benzerlerinin sıklıkla yaşandığı açık elbette ama yine de filmin asıl önemi, adının vurguladığı “nedamet” teması. Eylemlerini “Çoğunluğun iyiliği için yapılan (ya da en azından öyle olduğu savunulan her şey) ahlâkî sınırlar içindedir” düsturu üzerine kuran bir rejimin yaptıklarının doğrudan ya da dolaylı olarak parçası olanların veya bu yapılanlara ses çıkarmayanların nedamet getirmesi gerektiğini vurguluyor hikâye ısrarla.

Karakterini oldukça etkileyici ve hatta görkemli bir şekilde canlandıran Avtandil Makharadze önemli kozlarından biri filmin. Bu yazının girişinde yer alan sözlerini yakın plan çekimle ve tek planda söyleyen aktör, karakterini nefret edilecek kadar güçlü bir şekilde sergiliyor. Gerçek ile fanteziyi bir araya getiren, klasik müzik eserlerinden bolca ve etkileyici bir şekilde yararlanan ve hatta absürt olana başvurmaktan çekinmeyen filmin bu tercihleri distopik bir dünyayı biçimsel olarak kesinlikle çekici kılıyor; öte yandan anlatılanın distopik gerçekliğini de bir parça zedeliyor sanki. Güçlü ve o kadar güçlü olmayan yanları ile film, “dedenin hediye ettiği tüfek”in parçası olduğu trajik olayın yanı sıra nedamet getirmemenin ve kötülüklerle yüzleşmemenin sonucunu göstermesi ve cesedin akıbeti ile sağlam bir kapanış yapan, kesinlikle önemli ve görülmesi gerekli bir sinema yapıtı.

(“Repentance” – “Nedamet”)