Dr. No – Terence Young (1962)

“Dünyanın hâkimi olmak: Hep aynı hayal. Akıl hastaneleri kendisini Napolyon veya Tanrı zannedenlerle dolu”

Kaybolan ajan arkadaşının akıbetini araştırırken, A.B.D.’nin uzay programına zarar vermeye çalışan Doktor No ile karşılaşan James Bond’un hikâyesi.

James Bond serisini başlatan bir klasik. Uyarlandığı ve aynı ismi taşıyan roman, Ian Fleming’in Bond’un macerasını anlattığı altıncı kitabı olsa da sinemaya ilk taşınan eser olma ünvanını taşıyor. Sinemadaki ilk ve kimilerine göre en iyi Bond olan Sean Connery’in bu rolü ilk kez üstlendiği çalışma, Ursula Andress’e de ilk Bond kızı ünvanını getirmişti. Bir Bond filminde ne bulmayı bekliyorsak, hemen tümünün ilk kez karşımıza çıktığı bu film sadece bu özelliği ile bile ve sadece Bondseverlerin değil, tüm sinemaseverlerin görmesi gereken bir çalışma. Klasik olan bir kötü adam karakteri; seksî bir Bond kızı; zekî, cesur, becerikli, seksî ve mizah duygusu da eksik olmayan bir Bond, takip sahneleri, patlamalar, Spectre örgütü, heyecan, gerilim, vs. Ne bekliyorsanız tümü burada ve -elbette gerçekçiliği tartışmalı olsa da- hikâyesi ile izlenmeyi hak ediyor bu ilk Bond filmi.

Bond karakterinin yaratıcısı olan ve 1964 yılında ölen Ian Fleming, Bond filmlerinin sadece ikisini görebilmiş: Biri “Dr. No”, diğeri ise serinin ikinci filmi olan “From Russia with Love – Rusya’dan Sevgilerle”. Fleming, Sean Connery’nin Bond’u oynamasına karşı çıkmış başlarda. Tam bir İngiliz olarak, iyi eğitimli/ince zevkleri olan ve üst sınıfa mensup biri olarak çizdiği karakterin İskoçyalı, kaba ve sert görünümlü ve üstelik işçi sınıfı kökenli biri tarafından canlandırılması doğru gelmemiş yazara, ama filmi gördükten sonra Connery’nin karakterine mükemmel bir uyum gösterdiğini kabul etmiş. Terence Young’un yönettiği, senaryosunu Fleming’in romanından uyarlayarak Richard Maibaum, Johanna Harwood ve Berkely Mather’in yazdığı bu filmde Connery’i gören seyirciler onun bu rol ile kazanacağı ünü ve karakterinin sinemadaki ömrünün bu denli uzun olacağını (2015 yapımı “Spectre” ile 53 yıla ulaşan bir süre bu) tahmin etmemişlerdir herhalde, ama filmden de epey keyif almışlardır muhakkak. Nispeten düşük bir bütçe ile çekilen film, gösterime girdiği tarihte eleştirmenlerin çok fazla beğenisini kazanamasa da, bugün serideki en iyi filmlerden biri olarak kabul ediliyor.

Rolünü yapımcı Albert Broccoli’nin eşinin desteği ve kocasını ikna etmesi sayesinde alan Connery, karaktere damgasını vuran isim oldu şüphesiz ve kendisinden sonra bu rolü kim üstlenirse üstlensin bir şekilde hep onunla karşılaştırılmak durumunda kaldı. Açıkçası Connery de sert görünümlü seksî havası ile rolün kendisinden beklediğini fazalası ile yerine getirdi: Dönemin koşullarına uygun bir seks sembolü olmakla yetinmedi ve karakterini herkesin beğeneceği bir şekilde canlandırmayı başardı. Bir başka ifade ile söylersek, kadınların da erkeklerin de gözünü hiç ayırmadan takip ettiği bir karakter yarattı sinema perdesinde. Karakterini bu denli canlı kılabilmesinde onu kanatları altına alan yönetmen Terence Young’un büyük rolü olduğu ve Connery’i Bond’u nasıl oynaması gerektiği konusunda epey çalıştırdığı söylenir. Bu çalışmanın sonucu çok parlak ve Bond’un sinemada hâlâ yaşayabiliyor olmasında, Connery’in bu karaktere kazandırdıklarının da önemli bir payı olsa gerek.

Sadece bir fotoğrafına bakılarak ilk Bond kızı olmak üzere seçilen ve filmdeki rolü ile Altın Küre’de -Tippi Hedren ve Elke Sommer ile paylaştığı- en iyi yeni kadın oyuncu ödülünü kazanan Ursula Andress’in filme damgasını vurmasının nedeni ise oyunculuğundan çok, Bond’un kendisini ilk gördüğü sahnede, denizden beyaz bikinisi ile çıktığı ve “Under the Mango Tree” adlı şarkıyı söylediği (şarkıyı aslında Diana Coupland söylemiş) anda sahip olduğu cinsel cazibe; sinemanın klasikleri arasına giren bu sahne “Dr. No”nun bugün hâlâ çekiciliğini koruyabilmiş olmasının önemli nedenlerinden biri kuşkusuz.

Bond filmlerinin klasik açılışının da ilk kez göründüğü filmin açılış jeneriğini tasarlayan isim daha sonra da pek çok Bond filminde çalışacak olan Maurice Binder. Farklı ve canlı renklerdeki daire ve karelerden oluşan animasyon ile başlayan jenerik, daha sonra dans eden kadın ve erkek siluetlerine dönüşüyor; bugün için belki hayli basit ama sonraki benzer Bond jeneriklerinin öncülü olarak da çekici bir jenerik bu. Jenerikten sonra seyretmeye başladığımız hikâye, ortadan kaybolan bir İngiliz ajanını ve sekreterine ne olduğunu bulmak için Jamaika’ya gelen Bond’un bu araştırması sırasında karşısına çıkan ve Dr. No adını taşıyan çılgın bir bilim adamının Spectre adlı örgüt adına, A.B.D.’nin uzaya fırlattığı roketleri yörüngesinden saptırmasına engel olma çabasını anlatıyor bize. Bond’un neden bir “00” olduğunu kanıtlayan pek çok sahnede onun zekâsının, becerisinin, cesaretinin, tedbirliliğinin ve ayrıntılara dikkatinin örneklerini izliyoruz. Günümüzdeki Bond filmleri ile kıyaslandığında teknolojiden minimum derecede yararlandığını söylemek gerekiyor bu filmin, öyle ki Bond’un yumrukları tabancasından daha çok konuşuyor nerede ise. Odasına girilip girilmediğini anlamak için o eski “saç teli” numarasını kullanmasının bir başka örneği olduğu bu durum açıkçası o eski klasikllerin tadını getiriyor önümüze. Arabalı takip sahnesinde Connery’nin stüdyoda ve hareket etmeyen bir arabanın içinde olduğu çok açık ve bugünün seyircisi için komik bile görünebilir bu sahne, ama 55 yıl önce ve bugün için komik denecek bir bütçe ile çekildiğini unutmamak gerekiyor filmin. Üstelik bu durumun, günümüzün tüm görkemli efektleri ile kıyaslandığında kesinlikle daha sıcak göründüğü rahatça söylenebilir.

Seksi de işini de iyi yapan Bond’un bu ilk macerası takip sahnesinden sondaki -o günün ölçülerine elbette- görkemli final sahnesine heyecanlı pek çok an içeriyor. Bunun yanında, yönetmen Young, Connery ve Andress ikilisinin cinsel cazibesinden de -yine o günün ölçülerine kuşkusuz- bolca yararlanıyor. Sivrisinek dolu bir nehirden çıktıkları sahnede ikiliyi olabildiğince çıplak göstermesi, (yanlarındaki ve aynı koşullar altındaki adam soyunmaya gerek duymuyor nedense!), final karesinde ikilinin bir tekne içindeki samimiyeti veya radyoaktif maddeden arınmak için zorunlu olarak soyunmalarını örnek göstermek mümkün Young’un bu konudaki çabalarına. Hikâyenin fantastik öğeleri serinin sonraki filmleri ile kıyaslandığında hayli az ve bu da nispeten gereçekçi görünmesini sağlıyor filmin ve Bond karakteri de korkuları, endişeleri ve duygularını bolca göstermesi ile bu gerçekçiliği artırıyor.

Dr. No rolündeki Joseph Wiseman’ın da övgüyü hak ettiği film, bir sonraki “From Russia with Love” kadar parlak olmasa da ve hikâye zaman zaman ilginçliğini yitirip bir parça fazla yumuşak görünse de seriyi açan ilk film olarak bile ilgiyi hak eden bu çalışma kesinlikle iyi bir eğlencelik ve Bond’a yakışan bir sinema eseri.

(“Doktor No”)

Thunderball – Terence Young (1965)

“Egonuzu unutmuşum, Bay Bond. Bond bir kadınla sevişince, o kadın cennetten sesler duyar; tövbe eder, iyiliğin ve erdemin tarafına geçer, değil mi?… Ama bu kadın değil! ”

İki nükleer başlığı ele geçirerek, istedikleri yüklü tutar ödenmezse ABD ve İngiltere’nin birer büyük şehrini havaya uçurmakla tehdit eden Spectre örgütüne karşı mücadele eden James Bond’un hikâyesi.

James Bond serisinin dördüncü resmî filmi. Öncelikle bir senaryo olarak yazılan, bu senaryo filme dönüşmeyince Ian Fleming tarafından romana dönüştürülen eserden çekilen bir film bu ve bu yazılış süreci sonucunda senaryonun sahipleri olarak Richard Maibaum ve John Hopkins gösterilse de resmî olarak, ortaya çıkan eserde Kevin McClory ve Jack Whittingham’ın da katkısı olmuş. İngiliz Terence Young’un yönettiği üçüncü ve son Bond eseri olan çalışma, gişe geliri açısından serinin en başarılı filmlerinden biri ve enflasyon göz önüne alındığında 2012 yapımı “Skyfall”dan sonra ikinci sırada yer alıyor bu alanda. Serinin Görsel Efektler dalında Oscar kazanan tek filmi olan çalışma hikâyesinin aksiyonun altında kalmadığı, Bond’u Bond yapan pek çok özelliğin kendisine yer bulduğu ve yönetmen Young’un hikâyeye yakışan mizanseni ile ilgiyle seyredilecek bir sinema eseri. Bond’un ilk filmden bu yana gittikçe büyüyen bir markaya dönüştüğünün göstergesi olarak bütçesinin kendinden önceki üç Bond filminin bütçelerinin toplamından fazla olduğu film hem Bond hayranları hem de bu tür filmleri sevenler için ideal bir seyirlik. Bir Bond filmi ve bu tanım ne ifade ediyorsa, ne azına ne de fazlasına, ona sahip olan bir çalışma özet olarak.

Bond’un fiziksel becerisini ve zekâsını gösteren ve asıl hikâye ile ilgisi olmayan bir sahne ile açılıyor film. Ardından da Bond bize klasik açılış jeneriğinin gereği olarak bir objektifin içinden ateş ediyor ve sonra da bu kez Tom Jones’un seslendirdiği Thunderball adlı şarkı eşliğinde Maurice Binder’ın tasarladığı açılış jeneriğini izliyoruz. Binder -günümüz için- oldukça sade görünen ama klasik Bond’u karşımıza getiren bir tasarımla yine keyifli bir çalışma yapmış ve hikâyenin bu kez su altında geçeceğini özetleyen çalışması ile üzerine düşeni çekici bir biçimde yerine getirmiş. Bundan sonrası da tam bir klasik Bond hikâyesi olarak ilerliyor: Tüm dünyayı tehdit eden gizemli bir örgüt, kötülüğün somut haline dönüşmüş bir adam, Bond’un yanında veya karşısında yer alan ve çoğu bir şekilde yatağından geçen kadınlar ve dünyayı bir kez daha kurtaran kahramanımız. Seri ne vaat ediyorsa, hemen tümünü veriyor bize film; dozunda bir heyecan ve gerilim, yeterince aksiyon, edepli bir cinsellik ve bu kez Bahama üzerinden bir parça egzotizm. John Barry’nin orijinal Bond temasını da kullanan müziği hikâyeyi çok iyi desteklemesinin yanısıra kendi başına ayrı bir çekiciliğe de sahip ve Bond filmlerinin gedikli görüntü yönetmeni Ted Moore’un kamerası da filme çekicilik katıyor ve özellikle aksiyon sahnelerinde karşımıza getirdiği görüntülerle takdiri hak ediyor.

Bond “yedi” numara ise diğer “00”lar kimdir, nerededir diye merak ediyorsanız ilk ve sanırım son kez bu filmde diğer ajanlar da karşımıza çıkıyorlar ama yüzleri gösterilmiyor seyirciye. Sonuçta herhalde hiçbiri Bond’un ayarında olmasa gerek! Evet, kahramanımız bu kez ağırlıklı olarak Bahamalar’da yaşıyor ve yaşatıyor macerasını ve kısa sürelerle de olsa Fransa ve İngiltere’ye de uğruyor (su altı çekimleri ABD’de gerçekleştirilmiş, hikâye oraya uğramasa da). Bu uğrak noktalarında da kadınları hiç “ihmal etmiyor” ve kadınlar da onun cazibesine pek direnemiyorlar anlaşılan. Öyle ki bir zorla öpme bile sonradan ateşli bir birlikteliğe dönüşebiliyor! Sadece kadınlarla değil “mücadele”si Bond’un elbette; bu hikâyede nükleer başlıkları ele geçirmenin peşinde koştururken bıçaklı saldırılardan, zıpkınlardan, el bombasından, ateşli silahlardan ve köpek balıklarından da korunması gerekiyor sürekli olarak. Bu aksiyon sahnelerini birbiri ardına sergileyen film neyse ki hikâyeyi ve karakterleri ihmal etmiyor ve mekanik bir aksiyona tanık olmaktan kurtarıyor bizi Terence Young.

Abartılı olmayan ve karakterinin “cool” yanına zarar getirmeyen esprileri, beden ve beyin gücünü kanıtlayan başarıları ve sık sık şortla görüntülenerek altı çizilen fiziksel çekiciliği ile Bond karakterinde Sean Connery yine çok rahat hareket ediyor ve hikâyeyi sürüklüyor. Acımasız kötü adam rolünde İtalyan oyuncu Adolfo Celi’nin işini iyi yaparken (ama bir kült karaktere de dönüşemezken), Fransız aktris Claudine Auger ve İtalyan aktris Luciana Paluzzi hikâyenin ana kadın karakterleri olarak öne çıkıyorlar. Su altında zıpkınlarla başlayıp göğüs göğüse dövüşle devam eden çarpışma gibi -bir parça gereğinden uzun- başarılı sahneleri ve Bond için özel tasarlanan ve hikâyede zamana yayılarak akıllıca kullanılan alet edevatları (“gadget”lar) ile de dikkat çeken film on sekiz yıl sonra “Never Say Never Again – İnsan Gibi Yaşa” adı ile yeniden çekilmiş ve başrolde bu role bir kereliğine dönüş yapan Connery yer almıştı yine. Adını atom bombası denemelerinde oluşan “mantar bulutu” için ABD askerlerinin kullandığı “Thunderball” ifadesinden alan film Bond serisinin iyilerinden biri ama öyle olmasa bile sadece bir Bond filmi olarak zaten belli bir ilgiyi hak ediyor. Elbette, -bazıları ciddi- gerçekçilik problemleri var hikâyede ve zaman zaman biraz tempo düşüyor ama çok da önemli olmasa gerek bunlar.

(“Yıldırım Harekatı”)

The Jigsaw Man – Terence Young (1983)

“Bilgi çok pahalı bugünlerde, viski gibi”

SSCB’ye iltica etmiş bir İngiliz hain, KGB, soğuk savaş, casuslar ve peşinde koşulan bir ajan listesinin hikâyesi.

Soğuk savaş dönemi filmlerinin en zayıflarından biri karşımızdaki. Laurence Olivier ve Michael Caine gibi iki önemli ismin oyunculukların da döküldüğü bu filmde ne aradığı tartışılır. Olivier anlaşılan filmden bağımsız ayrı bir hava takınmayı tercih etmiş ve çok da iyi etmiş. Zaman zaman onun farklı bir filmde oynadığını düşünmeniz mümkün. Caine ise bu senaryo daha iyisini hak ediyor mudur tartışılır ama kötü oyunu ile istemeden de olsa kendini komik sahnelerin içinde buluyor. Özellikle egzersiz sahnelerinde kendinizi bir Pembe Panter filminde Peter Sellers’ı izlediğinizi düşünürken bulabilirsiniz. Amaç “ötekini” kötülemek olunca çalışmayan asansör, erkek fiziği taşıyan kadın ve hain olduğu yetmezmiş gibi bir de eşcinsel olan karakter gibi klişelere kaptırmış kendini film ekibi anlaşılan. Yan karakterlerin performansları da zaman zaman yerlerde sürünüyor bu filmde.

Bir romandan uyarlanan filmin senaryosu inandırıcılığın yanına yaklaşmaya bile çalışmamış gibi görünüyor. Gizli göreve çıkan KGB ajanlarının uçakta uluorta konuşmaları, kendisini kovalayanları çelme takarak düşürmek gibi çizgi filmlere yakışan sahneler ve tedbirli ajanımızın otel odasında oteli ayağa kaldıracak yüksek sesle bağırması senaryonun açık başarısızlığının bir kaç göstergesi sadece. Sanki bir komedi filmini son anda bir ciddi gerilim filmine dönüştürmeye karar vermişler gibi görünüyor. Basit bir hikâyeyi kötü bir senaryo ve diyaloglar ile ve kompleks bir biçimde anlatmaya çalışmanın doğal bir sonucu ortadaki. İyi niyetli düşünüp, filmin yapımı sırasında ekibin elinde olmayan bir takım aksaklıklar yaşanmış diye düşünüp geçelim bu konuyu.

Filmin pop esintileri taşıyan ve hikâyeye hiç uymayan müziğini de duymamazlığa gelin ama filmin tek elle tutulur yanı yine müzik alanında; kapanış jeneriği sırasında Dionne Warwick tarafından seslendirilen “Only You and I” adlı şarkı 70’lerdeki Shirley Bassey şarkılarını hatırlatan havası ile filme nerede ise tek olumlu puanını kazandırıyor. Özetle bu filmi seyretmek yerine bizde “Tatlı Sert” adı ile bilinen “The Avengers” dizisinin KGB, Rus ajanları vs üzerine çekilmiş herhangi bir bölümünü izleyin ve Michael Caine’in bu filmde bir karikatürünü oluşturduğu John Steed karakterinin keyfini çıkarın.

(“Yapboz Adam”)