“Arkadaşından kuşkulanma, onu ihbar et”
Distopik bir gelecekte bir hatayı düzeltmeye çalışırken rüyalarındaki kadının peşine düşen ama kendisini bürokrasi kâbusunun içinde bulan bir adamın hikâyesi.
Senaryosunu Terry Gilliam, Charles McKeown ve Tom Stoppard’ın yazdığı (jenerikte adı geçmeyen Charles Alverson’un da katkısı olmuş), yönetmenliğini Terry Gilliam’ın üstlendiği bir Birleşik Krallık ve ABD ortak yapımı. Gilliam’ın pek çok filminde olduğu gibi çekim ve gösterime girme süreci sıkıntılı olan, onunla yapımcılar arasında çatışmalara yol açan örneklerden biri bu. Monty Python grubunun üyelerinden olan sinemacının bu filmi o kökenini diyaloglarda ve hikâyenin içeriğinde bir şekilde hep hissettiren, George Orwell’dan Kafka’ya uzanan çağrışımları ve set tasarımları ile dikkat çeken, Gilliam’ın zengin hayal gücünden beslenmiş ilginç bir çalışma. Karanlık hikâyesinde yönetmenine özgü bir mizahı da barındıran film otoriter bir dünya üzerine görülmeyi hak eden bir yergi.
Hikâyenin, adını aldığı Brezilya ile herhangi bir ilgisi yok. Brezilyalı besteci Ary Barroso’nun ülkesinin müzik tarihindeki en ünlü şarkılardan biri olan “Aquarela do Brasil” adlı eseri ilham vermiş Gilliam’a. Uluslararası müzikseverlerin, sözlerini Bob Russell’ın yazdığı ve “Brasil” adını taşıyan İngilizce versiyonu ile tanıdığı şarkının eğlenceli ve hafif havasına hayli zıt bir hikâyesi ve atmosferi olan filmi için özellikle seçmiş bu parçayı Gilliam ve Monty Python zamanından gelen hınzırlığının bir örneğini vermiş anlaşılan. Açılışta hikâyenin “20. Yüzyılda herhangi bir yer”de geçtiği söyleniyor, özellikle kıyafetler ise 1930 ve 40’lı yılların havasını taşıyor. Fütüristik çeşitli unsurlar var filmde ama hayata çok yaygın olarak girmiş görünen makinelerin bir yandan da oldukça hantal olmaları dikkat çekiyor. Hikâyenin kahramanı Sam Lowry Bilgi Bakanlığı’nın arşivinde çalışan sıradan bir memur; prestijli kişilerle yakın ilişkisi olan annesi onu aynı bakanlıkta daha önemli bir görev olan “Bilgiye erişim” memurluğuna geçirmeye çalışıyor ama Lowry’nin tek derdi rüyalarına giren gizemli güzel kadını bulmaktır ve terfiyi kesinlikle istememektedir. Ne var ki bakanlıkta yapılan bir yanlışı düzeltmekle görevlendirilen kahramanımız yeni görevin ona kadını bulma olanağını sağlayacağını anlayınca terfiyi kabul eder ve kendisini tehlikeli ve karanlık işlerin içinde bulur.
Norman Garwood ile Maggie Gray’in imzasını taşıyan set tasarımları filmin önemli kozlarından. Hikâyesi daha ileri bir tarihte geçiyor gibi görünse de giysilerin de desteklediiği 1930 ve 40’lı yılların havasını taşıyor setler ve koca borular bu tasarımların ilk göze çarpan unsurları. “Bilgi” ve onun üzerine kurulan iktidar için önemli bir iletişim aracı, evler dahil her mekânın içinde yer alan devasa borular. Kimileri komik kimileri gerilimli olan sahnelerin de yine önemli birer ögesi olan borular çirkinlikleri ile hikâyenin karanlığını da artırıyorlar. Açılış sahnesinde gerçekleşen patlamanın da gösterdiği gibi “terörist” saldırıların sürekli yaşandığı şehirde (ya da ülkede) yapılan ihbarlarla evleri basılan halk sıkı bir baskının altında yaşamaktadır ve Gilliam klostrofobik bir sıkışıklığı ve karanlığı olan görselliği ile (görüntüde Roger Pratt’ın imzası var) boruları bu sürekli dinlemenin ve gözetlemenin sembollerinden birine dönüştürüyor ustalıkla. Başlardaki eve baskın sahnesi gibi korkutucu gösterilerin bir yandan trajikomik üsluplarının da olması tam da Gilliam’dan beklenecek bir tercih. Monty Python’ın 1969 ile 1974 arasında BBC için yaptığı “Monty Python’s Flying Circus” adındaki komedi dizisinin 2. Sezonunda yayınlanan “The Spanish Inquisition” bölümünde, adları her anıldığında eve baskın yapan engizisyon rahiplerinin komikliğini karanlık bir yan katarak yeniden yaratmış Gilliam bu baskın sahnelerinde.
Belki çok sık değil ama Monty Python tarzının izleri kesinlikle var filmde; gerçeküstücü, trajikomik, yergici ve eleştirel bir havası var hikâyenin ve yönetmenlik çalışmasının. “Yine bize söylemeden metrik sisteme dönmüşler” türünden sahneler örneğin, diyalogları ve içerdikleri absürtlükler gibi o dizide yer almasını hiç yadırgamayacağınız anları var filmin. Elbette burada daha bütünsel bir bakışla ve daha “kolay kabul edilebilir” bir bakışla anlatılıyor hikâye ama diziden ve sonraki sinema versiyonlarından hoşlananların burada da benzer bir tadı bulacağı söylenebilir rahatlıkla. Belge Bakanlığı binasındaki Kafkaesk tasarımlar ve yüzlerce çalışanı izlediğimiz sahnelerle sıkı bir bürokrasi eleştirisini distopik bir boyuta taşıyarak da yine diziye selam gönderiyor bir bakıma film. Gilliam estetik cerrahi üzerinden günümüzün güzellik ve gençlik fetişizmine de sıkı bir darbe vururken, kilisedeki cenaze töreninde olduğu gibi absürt bir komediyle eğlendiriyor da bizi. Film terörün hayatın normal bir parçası haline gelmesini de yine kendine özgü mizahı ile getiriyor karşımıza. Patlamalar her an olabilir, insanlar ölebilir ve yaralanabilir ama hayat -gerçek anlamı ile- hiçbir şey olmamış gibi devam eder diyor film ve bu “teröristler”in yanında duruyor tüm hikâyesi boyunca.
Gösterime girdiğinde Avrupa’da ilgi görse de, ABD’de gişede başarısız olan film bugün orada da bir kült olarak kabul ediliyor. Bürokrasinin toplumun en önemli mekanizmalarından biri olduğu yerde altını özellikle çizmese de ciddi bir zengin ve yoksul ayrımı da var. Yol kenarlarındaki sefalet görüntülerini kapatan dev boyutlu reklam panoları ve kahramanımızın kadını ararken içine girip çıkmak zorunda kaldığı yoksulluk manzaraları bu adaletsizliği işaret ediyor sürekli olarak, her ne kadar Gilliam bu eşitsizliği özellikle vurgulamasa da. Sam Lowry’nin içine atıldığı macerada zaman zaman 1940’ların atmosferindeki bir dedektif gibi göründüğü filmde distopik boyutu artıran bir diğer unsur da filmde doğanın finale kadar hemen hemen hiç görünmemesi. Karanlık, mekanik ve kasvetli bir dünya resmi çiziyor Gilliam ve seyirciyi ters köşeye yatıran finali ile de dikkat çeken filmi ile bu distopik toplumda dinin geçmişte ve bugün olduğu gibi gelecekte de iktidarların kullanımı için uygun bir araç olacağını hatırlatıyor.
Monty Python dizi ve filmlerinde animasyonları hazırlayan isim olan Gilliam’ın görsel yeteneğinin damgasını her anında hissediyorsunuz hikâyenin. Havalandırma ile kanalizasyon borularının yer değiştirdiği sahneden “Kalın kaşların teri tutarak kulaklara doğru göndermesi” türünden esprilere ve kağıttan adam sahnesine sinemacının kendisine has izi farklı bölümlerde karşımıza çıkıyor. İlham aldığı şarkının 1939 tarihli olmasının da desteklediği nostaljik havası ve Michael Kamen imzalı müziğinin zaman zaman Sam Lowry’nin araştırmalarına bir Indiana Jones havası katan melodileri gibi ilginç yanları olan filmin hikâyesi aslında -tüm görsel unsurları ve inanılmaz detayları çıkarırsanız- oldukça basit ama George Orwell’ın 1984’te yarattığı dünyayı absürt olanın öne çıktığı bir çılgınlıkla ve güçlü bir görsellikle anlatan filmde bunun o kadar da önemi yok; çünkü anlamsız bir bürokrasinin ve bilgiye dayalı otoriterliğin dünyasını akıldan hiç çıkmayacak şekilde yaratıyor ve önümüze koyuyor Gilliam. Başroldeki Jonathan Pryce’a aralarında Robert de Niro, Ian Holm, Jim Broadbent, Bob Hoskins ve Monty Python ekibinden Michael Palin’in de olduğu güçlü bir kadronun keyifli performanslarla eşlik ettiği film Gilliam dünyasının o farklı örneklerinden biri ve her sinemaseverin ilgisini hak ediyor.