Michael Clayton – Tony Gilroy (2007)

“Ben öldüreceğin değil, satın alacağın bir adamım. Benim ne olduğumu bile göremeyecek kadar kör müsün?”

Kimya sektöründen bir firmanın birkaç milyar dolarlık davası ile ilgilenen avukatın geçirdiği psikolojik bunalım üzerine, hukuk firmasının onun yerine geçirdiği avukatın ahlakî bir ikilemle karşı karşıya kalmasının hikâyesi.

Tony Gilroy’un yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Aralarında En İyi Film’in de olduğu yedi dalda Oscar’a aday gösterilen ve Tilda Swinton’ın performansı ile Yardımcı Kadın Oyuncu dalında bu ödülü kazanan yapıt, bugüne kadar üç film yöneten Gilroy’un ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu çalışma. Bourne serisi için yazdıkları da dahil olmak üzere senaryolarının gördüğü ilgiden sonra yönetmenliğe de el atan Gilroy’un filmi Venedik’te yarışmasının da gösterdiği gibi, Hollywood standartlarının dışına -en azından Amerikan sinema dünyasının izin verdiği ölçüde- çıkması ile ilgiyi hak ediyor. Düzendeki yozlaşmayı ve düzenin sürebilmesi uğruna gidilebilecek uç noktaları net bir şekilde göstermesi ile önemli olan yapıtın, sonuçta Hollywood usulü bir bireysel kahraman hikâyesine dönüşmesi beklenen bir sonuç ama yine de gerilimini hep koruyan, akıllıca yazılmış senaryosu ve başta George Clooney ve Swinton olmak üzere oyuncularının performansı ile dikkat çeken bir film bu.

Bu ilk yönetmenlik çalışması ile orijinal senaryo ve yönetmen dallarında Oscar’a aday gösterilen Tony Gilroy’un filmine ismini veren karakteri canlandıran George Clooney hikâyenin ABD’de Ford Pinto Davası olarak bilinen gerçek bir olaydan esinlendiğini söylemiş bir röportajında. Ford şirketinin bir iç yazışmasında, kazalara neden olduğu bilinen bir problemin giderilmesi için tüm araçların geri çağrılmasının maliyeti ile kazanın gerçekleşmesi durumunda tüketicilere ödenecek tazminatların karşılaştırıldığı ortaya çıkmıştı bu dava sırasında. Maliyet, büyüme, kâr vb. kavramlar üzerinden işleyen kapitalizmin gidebileceği uç noktalardan birini ortaya koyan bu yazışmayı üreten zihniyetin bir benzeri var Gilroy’un filminde de. Küçük çiftçileri ve işletmeleri, öngörülemeyen hızlı büyüme nedeni ile, insan sağlığına zararlı olan kuyuların sularını kullanmaya zorlayan bir dev kimya şirketinin ilgili davadaki yasal süreçlerini yöneten büyük bir hukuk firması var hikâyenin merkezinde. 6 yıldır süren dava ile ilgilenen ve şirketin ortaklarından olan Arthur (Tom Wilkinson Oscar’a aday alan çok güçlü bir performans sunuyor bu rolde) psikolojik bunalım geçirince, onun yerine geçen Michael’ın (yine Oscar’a aday olan Clooney yalın ve etkileyici bir oyunculuk gösteriyor) karşı karşıya kaldığı ikilemi izliyoruz. Michael’ın yüksek tutarda borçları vardır ve oyunu kurallarına göre oynaması bu açıdan kendisini rahatlatacaktır; ama bunun için ahlaki bir yozlaşmanın parçası olmayı -her zamankinden daha da fazla- kabul etmesi gerekmektedir.

ABD’de farklı tarihlerde yapılan araştırmalar avukatların politikacılarla birlikte en nefret edilen (veya en az dürüst bulunan) meslek gruplarından biri olduğunu gösteriyor. 1974 – 76 arasında ABD televizyonlarında yayınlanan ve bizde de TRT’nin siyah beyaz döneminde gösterilen Petrocelli dizisinin Harvard mezunu avukatı gibi, büyük hukuk firmalarını ve onların kirli işlerini ret eden; kazanmaya değil, adalete hizmete odaklanan avukatlar çok nadir kuşkusuz ve haklının değil, iyi avukatı olanın kazandığı düzenin parçası olmayı ret eden bir hukuk insanı ancak bu dizi gibi bir iki filmde bulunabiliyor. Gilroy’un filminin kahramanı olan Michael’ın duruşmalara giren bir avukat olarak değil, çetrefilli durumları iyi kotaran bir “çantacı” olarak çalıştığı hukuk firmasının kirli yüzünü (ya da o yüzün bu derece kirli olduğunu) kendisini içinde bulduğu dava ile keşfetmesi bir parça Hollywoodvari elbette. Ne var ki sonuçta bir Hollywood hikâyesi bireysel kahramanlara ve onların eylemleri üzerinden de düzenin yanlışlarının düzeltilebilir olduğunu söylemeye ihtiyaç duyar. Buna karşın Gilroy’un filminin bu kısıtlar içinde kalsa da belli bir özgünlüğü yakalayabildiği ve bunu yaparken de seyirciyi ortalama bir Hollywood yapımının aksine zorlamaktan kaçınmadığı da ortada.

Bir giriş bölümünden sonra dört gün geriye gidiyor film ve tekrar günümüze gelene kadar hikâyesini kronolojik bir sıra ile anlatıyor. Kameranın koca bir plazadaki mekânları gösterdiği açılış jeneriği boyunca Michael’a hitap eden Arthur’un sesini dinliyoruz. Her iki adamın kimliği, bu konuşmadaki travmatik ifadeleri ve olayların nasıl buraya geldiğini hemen açık etmiyor Gilroy’un senaryosu; bir başka ifade ile söylersek, kolaya kaçmıyor ve gerilimi adım adım inşa ederek, seyircinin üzerine hikâyeyi -deyim yerinde ise- atıvermiyor. Arabası ile birisine çarpan bir adamla ilgilenme şekli ile gerçekçi ve profesyonel bir avukat izlenimi yaratan Michael’ın, nedenini daha sonra öğreneceğimiz maddî sıkıntısını onu bir ikilemin içine sokan unsur olarak kullanıyor senaryo akıllı bir şekilde ve aslında mevcut düzende “temiz kalmanın zorluğu”nun altını çiziyor. Kimya firmasının hukuk danışmanlığını yapan Karen’ın (Tilda Swinton tek kelime ile -yine- muhteşem oynuyor bu rolde ve karakterinin tüm duygusal boyutlarını ve iç çatışmalarını onu adeta düzenin sembolü yapacak düzeyde getiriyor karşımıza) gittiği uç noktaların sertliği Michael’ın seçimlerini daha değerli kılan bir zorlama gibi görülebilecek olsa da, Gilroy senaryodaki başarısını yönetmenliğinde de tekrarlayarak bu durumu rahatsız edici olmaktan çıkarıyor.

Avukatın oğlunun okuduğu ve hem babasına hem Arthur’a önerdiği kitap (Gerçekte olmayan, “Realm and Conquest” adındaki bu kitabı “yaratmak” için gösterilen özen tipik bir Amerikan sineması ustalığı) ve bu kitaptaki at figürlerinin hikâyenin en kritik ve başarılı sahnelerinden biri ile ilişkisi, ilgili sahnede atların sembolü olarak görebileceğimiz saflığın/doğallığın Michael’ın dünyasındaki sahtelikle oluşturduğu zıtlık ve finalde -seyircide gerilim yaratan ve merak uyandıran- oyun ile başarılı bir Amerikan filmi bu. Bazen açıkça dile getirilen bazen ima edilen aile övgülerine ve finaldeki oyuna polisin nasıl ikna olduğunun tartışmalı olmasına rağmen Gilroy ortaya iyi ve ikna edici bir sonuç koymuş. Gerçeklerin çıldırttığı, gerçeklerin hep güçlü olana göre şekillendiği ve çıkarların/hırsların/kötücüllüğün öne çıktığı bir dünyada yaşadığımızı hatırlatan film Taylor Hackford’un 1997 tarihli “The Devil’s Advocate” (Şeytanın Avukatı) filminin senaryosu ile ülkesindeki hukuk sisteminin şeytanîliğini önceden de dile getirmiş olan Gilroy adına bir başarı kesinlikle. Sadece Michael’ın üç at ile olan sahnesinin güzelliği (biçim ve içerik eş bir başarıya sahip bu sahnede) için bile görülmeyi hak eden bu yapıtta 2008’de hayatını kaybeden usta yönetmen Sydney Pollack’ın (Marty rolünde) ve Gilroy’un kendisinin de (finalde sadece sesini duyduğumuz taksi şoförü rolünde) oynadığını vurgulayalım son olarak. Kapanış jeneriği sırasında, uzun bir süre yüzünü izlediğimiz Michael’ın bir Petrocelli’ye dönüşmesi umudunu sunan bir film olmasa da keyifle izlenebilir bir sinema yapıtı bu.

(“Avukat”)