“Ben ruhuma bakılmasını istiyorum, görünenin ardına, ruhumun içine. Kırışıklıklarıma ve yağlı kıçıma değil, doğrudan gözlerimin içine bakılmasını istiyorum”
Tek başına Kenya’ya tatile giden 50 yaşındaki Avusturyalı bir kadının, tatmin edilmeyen arzularının ortaya çıkması ile bir “seks turisti”ne dönüşmesinin hikâyesi.
Senaryosunu Ulrich Seidl ve eşi de olan sinemacı Veronika Franz’ın yazdığı, yönetmenliğini Seidl’ın yaptığı bir Avusturya, Almanya ve Fransa ortak yapımı. Cannes’da Altın Palmiye için yarışan yapıt, Seidl’ın başlangıçta tek filmde paralel öyküler olarak anlatmayı planladığı ama daha sonra ayrı filmlerle “Paradies” (Cennet) adında bir üçlemeye dönüştürdüğü hikâyelerden biri. Ergenlik çağında bir genç kızı olan bekâr bir kadının artık unuttuğu arzulanma ve “gözlerine bakılma” duygularına kavuştuğuna inandığı bir tatilde yaşadıklarını anlatan film, “satılan aşk”ın “gerçekliği” ile ilgili sert bir öykü getiriyor karşımıza. Seks turizminden yaşlanmanın özellikle aşkla ve bedenle ilgili sonuçlarına modern toplumsal yapının doğurduğu hayal kırıklıklarından biçim ve taraflarının değiştiği/dönüştüğü sömürü düzenlerine farklı temaları ele alan film, hayli zor ve cesaret isteyen bir rolü ustalık dolu bir gerçekçilikle canlandıran Margarete Tiesel’in performansından da aldığı destekle kendisini ilgi ile izletiyor. Seidl’ın, vatandaşı Michael Haneke’nin filmografisinde de tanığı olduğumuz karamsarlığının örneklerinden biri olması ile seyircisini düşünmeye yönelten ilginç bir çalışma.
Seidl ve Franz önce, her biri gelişmekte olan ülkelere seks turizmi için giden Batılı bireyleri anlatan altı ayrı öykü yazmışlar. Daha sonra paralel olarak anlatılacak üç öyküden oluşan bir film çekmeyi planlamışlar ama sonradan, her biri Hristiyanlık teolojisindeki üç erdemden birine karşılık gelen bu öyküleri farklı filmlerin konusu yapmış ve ortaya çıkan üçlemeye “Paradies” (Cennet) adını vermişler. Teolojideki bu üç erdem; inanç, umut ve merhamet ki bunların üçüncüsü “sevgiyi” de (aşk) içeren bir kavram. Seidl’ın “Liebe” (Aşk), “Glaube” (İnanç) ve “Hoffnung” (Umut) adlı filmlerinin her biri ayrı bir kadının aşkı arama, tatma ve hayal kırıklığı ile karşılaşmasını anlatıyor ve hikâyelerin kahramanları olarak da yetişkin iki kız kardeş ve onlardan birinin ergenlik çağındaki kızını kullanıyor. “Aşk” tatile gittiği Kenya’da aşkı ve cinselliği tekrar ”bulan” 50 yaşındaki Avusturyalı bir kadının; “Umut” onun, aşırı kilolarını verebilmek için özel bir kampa giden ve orada ilk kez aşkı tadan, ergenliğe giren kızının; “İnanç” ise aynı kadının, Katolik inancını tekrar Avusturya’ya egemen kılmak gerektiğine inanan ve aşkını İsa’ya ve Tanrı’ya veren kız kardeşinin öyküsünü anlatıyor bize.
Film ilginç bir sahne ile açılıyor. Bir lunaparkın çarpışan arabalar bölümündeyiz ve araçlarının içinde, hareketsiz bir şekilde ve başlamak için bir işaret bekleyenleri görüyoruz. Bir kadın (Margarete Tiesel) gülümseyerek bakmaktadır onlara; Teresa adındaki bu kadın araç içindeki tümü zihinsel engelli olanların öğretmenidir anlaşılan. Hepsi aynı anda hareketlenen ve çığlıklar da atan bu insanları izlerken bir ikilemde kalıyor seyirci. Normal koşullarda eğlenerek ve gülerek izleyeceğiniz böyle bir görüntüye şimdi bu şekilde yaklaşmak, eğlenenlerin zihinsel engeli nedeni ile, kolay değil ve vereceğiniz tepki üzerinde düşünmek zorunda hissediyorsunuz. Filmin asıl öyküsü ile bağlantısı yok gibi görünüyor bu açılışın ama öykünün ilerleyen bölümlerindeki bir sahnenin aynı rahatsız ediciliği barındırması dikkat çekiyor. 50’li yaşlardaki üç beyaz kadın içlerinden birine doğum günü hediyesi olan genç bir Afrikalı erkeğin striptizini seyrediyor ve onu tacizlerle cinsel açıdan tahrik etmeye çalışıyorlar. Genç adamın para karşılığında girmeyi kabul ettiği rol, kadınların konuştuğu dilin tek bir sözcüğünü bile anlamadan ve yüzünde hep bir yapay sırıtma ile bakınması ve sarhoş (ve aslında kendileri de acınacak durumda olan) kadınların onu adeta bir oyuncak gibi kullanması ama tüm bunların nerede ise bir komedi havası taşıması seyirci olarak bizi aynı ikilem içinde bırakıyor. Farklı anlamlarda sömürü ve dram içeren bir görüntüye eğlenerek bakmak kolay değil çünkü.
Öykü Teresa (Margarete Tiesel) adındaki Avusturyalı bir kadının ergenliğin tipik havasını taşıyan kızını kız kardeşine bırakarak tek başına Kenya’ya tatile gitmesi ile başlıyor. Anladığımız kadarı ile o yönde bir amacı olmasa da, kendisi ile benzer yaşta olan Avrupalı kadınların teşviki ve ortamın da müsait olması nedeni ile genç Afrikalı erkeklerle yakınlaşmaya başlayacaktır ve bunlardan birinden gördüğü ilgi, sevgi ve cinsellik aklını başından alacaktır. Ne var ki parçası olduğu “seks turizmi”nin ve girdiği “seks turisti” rolünün sonunun mutlu olması pek de gerçekçi bir beklenti değildir kuşkusuz.
Ulrich Seidl öyküsünü farklı anlamlar içeren bir sertlikle ve özellikle seçilmiş bazı anlarda statik olmaktan kaçınmayan bir dil ile anlatıyor. Bu statik anlar hem görsel hem içerik olarak filmin en etkileyici bölümlerini de oluşturuyor. Bu görüntülerin birinde Avrupalıları hiç kıpırdamadan şezlonglarında güneşlenirken görüyoruz; onlarla deniz arasında ise bir ip gerilidir ve bu ipin gerisinde de bir kısmı kumsalda bir kısmı da denizin içinde ayakta sabit olarak duran Afrikalıları görüyoruz. Turistlere takı satmaya çalışan ve tümü erkek olan bu Afrikalıların bir kısmı başka hizmetler de sunmaktadır Avrupalı yalnız kadınlara. Görüntü yönetmenleri Wolfgang Thaler ve Ed Lachman’ın kameraları bu sahnede olduğu gibi, “modern zaman trajedisi” fotoğrafları getiriyor karşımıza ve bu sahnelerin sessizliği ile, güçlü bir psikolojik gerilim yakalıyor. Bu hareketsiz ve adeta seyirciyi, saptananlar ile baş başa bırakan görüntüler ilginç ve etkileyici bir seçim ve filme yalın bir belgesel havası da katıyor zaman zaman.
Teresa’nın oteldeki ilk anları tipik bir Avrupalı turistin yaşayacakları ile aynı; örneğin kadının otel odasındaki ilk işi elindeki dezenfektanla klozeti ve lavaboyu temizlemek oluyor “Afrika’nın mikropları”ndan. Balkonuna kadar gelen maymunlara muz sunarak fotoğraflarını çekmeye çalışıyor; bunu bir türlü başaramaması ise bir bakıma öykünün sonraki bölümlerine bir gönderme olarak da görülebilir. Kadının tatildeki asıl öyküsünü başlatansa, orada tanıştığı bir turist kadının “Derilerini koklayana kadar bekle. Asla unutamayacaksın: Harika bir koku bu” sözleri oluyor. Burada bahsedilen Afrikalı genç erkeklerdir ve bu sözleri söyleyen kadın da, bir motosiklet hediye ettiği genç bir Afrikalı (“azgın damızlık” demektedir ona) ile özgür bir seks yaşamı sürmektedir. Yaşları, fiziksel özellikleri ve kadın olmalarının farklı boyutlarda engeller oluşturması nedeni ile, ülkelerinde yaşayamadıkları bir özgürlüktür bu ve bu özgürlüğü kullanırlarken içine girdikleri ilişkinin efendisi konumundadır bu kadınlar. Bir bakıma, Batı’nın Afrika’yı doğrudan sömürdüğü zamanlardaki ilişkilerin modern hâlidir gördüklerimiz ama önemli bir ek boyut vardır şimdi: sömürülen de sömürenin zayıflığını keşfetmiş ve onu kullanmaktan da çekinmemektedir. Teresa’nın yaşayacakları da bunun bir örneği olacaktır.
Kadının ilgiyi/aşkı/muhtemel cinselliği ilk bulma umudu ile birlikte, başlangıçtaki hijyenik hassasiyetlerini unutup, daha önce hiç görmediği bir erkekle el ele tutuşması ve hatta bir otel odasındaki, sonra da adamın evindeki yatağa girmesindeki çelişkiyi anlaşıır kılan, onun mutluluk arayışının yıkıcı gücüdür. “Gözlerimin içine bakılmasını o kadar çok istiyorum ki!” onun ve benzerlerinin modern Batı toplumlarında artık bulamadıkları mutluluğun özleminin açıklayıcısı olan sözlerdir. Burada senaryonun vurguladığı bir durumu hatırlatmakta yarar var: “ideal beden” anlayışını dikte eden tüketim toplumunda, yaşlanmakta olan ve bedenleri eski cazibesini yitiren bireylerin trajedisi. Öyle ki Teresa karakterini canlandıran Margarete Tiesel çıplaklık içeren sahneleri hakkındaki fikirleri sorulduğunda şöyle demiş: “O genç erkeklerle yüz yüze gelmek kendimi on yaş daha genç ve tekrar arzu ediliyor hissettirdi. Kendimi arzulanabilecek bir kadın gibi hissettim ve bu da beni mutlu etti. Oralara (seks turizmi için) gidip kendine bir âşık bulan bir kadını anlayabiliyorum”. İçine girdikleri aşk ve şehvet macerasının bir oyun olduğunu bilerek yaşamakla, bunun gerçek olabilme ihtimaline inanmak arasındaki farkın öyküsü bir bakıma seyrettiğimiz.
Kapanışta kadın sahilde tek başına yürürken yanından parende atarak geçen üç siyah gencin onunla ters yönde ilerlemesi ve öykü boyunca birkaç kez karşımıza çıkarak otel müşterilerine Batılı (ya da Latin) şarkılar çalan Afrikalı müzisyenlerin finalde ilk kez bir Afrika melodisini seslendirmesi gibi sembolik anlarla uyuşmazlığı ima eden filmin yukarıda anıldığı gibi, özellikle bir “fotoğraf karesi” estetiği yakaladığı ama bunu öykünün meselesine yakışan bir biçimsellikle yaptığı çekici bir görselliği var. Teresa’nın Afrikalı genç bir erkekle ilk cinsel birlikteliğinden sonra, cibinliğin altında çıplak bir şekilde ve bir klasik resim sanatı örneğini hatırlatacak şekilde mutlu ve tatmin olarak uyuduğu kare örneğin çok güçlü ve doğru bir görüntü. Cennete yakışacak deneyimler peşine düşen üç karakterin öykülerini anlatan “Cennet” üçlemesinin parçası olan bu yapıtın finali tahmin edilebilir ve beklenen olması ile bazılarını bir parça hayal kırıklığına uğratabilir; ne var ki Seidl seyirciyi sarsma aracı olarak sürprizleri ya da en azından merak duygusunu değil, öykünün gerçekliğini kullanıyor ve uzun planların daha sertleştirdiği görüntülerle hedefine ulaşıyor da. Nihilizimi ve karakterlerinin hiçbirinin yanında konumlanmaması Seidl’ın filmografisini bilenlerin bekleyeceği bir durum ve filmin de eleştiriye açık yönünü oluşturuyor ama yapıtın önemini ve başarısını azaltmıyor bu tercih.
(“Paradise: Love” – “Cennet: Aşk”)