“Biz savaştık, fedakârlıklar yaptık. Şimdiyse insanların gözünde gereksiz olduk”
1949’da bağımsızlıkla sonuçlanan ve parçası olduğu Endonezya Ulusal Devrimi’nden sonra sivil hayata dönen bir adamın, karşılaştığı yolsuzluk ve uyum problemleri yüzünden yaşadığı hayal kırıklığının hikâyesi.
Ülkesinin sinemasının öncü ismi Usmar Ismail’in yönettiği, senaryosunu Ismail ve Asrul Sani’nin yazdığı bir Endonezya yapımı. Hollanda’nın koloni yönetimine karşı verilen ve bağımsızlığın kazanılması ile sonuçlanan savaştan sonra sivil hayata ve nişanlısına dönen bir genç adamın yeni bir hayat kurmaya çalışırken, eski silah arkadaşlarının yeni hayatlarının neden oldukları başta olmak üzere, hayal kırıklıkları yaşamasını ve savaş sırasında öldürdüğü insanların travmasının yol açtığı acılarına çare bulmaya çalışmasını anlatıyor film. Sinema tarihindeki, bizde de örnekleri olan “Devrimcinin hayal kırıklığı” hikâyelerinden biri olan yapıt 24 saat içinde geçen öyküsünü klasik bir sinema dili ile anlatırken, tüm politik hareketlerin ve eylemcilerinin akıbetleri üzerine de düşünmenizi sağlayan, karakterlerine ve anlattıklarına dürüstlükle yaklaşan, görsel açıdan etkileyici olmayı da başaran bir çalışma.
Elindeki fenerin aydınlattığı karanlık yolda ilerleyen bir adamın (Iskandar rolünde A. N. Alcaff var) adımlarını göstererek başlıyor film. Dramatik bir müziğin eşlik ettiği adam, feneri duvardaki bir ilana doğrultuyor ve saat 22 ile 05 arasındaki sokağa çıkma yasağının uzatıldığını okuyor. Bu sırada kuledeki saat 22’yi vurmakta ve bir evde bir kadın ve iki erkek endişe içinde oturmaktadır. Derken askerlerin dur ihtarını duyarız ve adam kaçmaya, onlar da kovalamaya başlar. Adam o endişeli insanların evine kaçmayı başarır; evdekiler nişanlısı ve onun babası ile erkek kardeşidir. Bu sahne ile açılan film aynı yerde ve çok benzeri ile kapanıyor. Yine sokağa çıkma yasağı saatidir ama açılıştaki umudun yerini hayal kırıklığının, öfkenin ve ve vicdan azabının neden olduğu bir trajedi alacaktır bu kapanışta.
“Halkın özgürlüğü için kendi hayatlarını feda edenlere ve karşılığında hiçbir şey beklemeyenlere” ithaf edilmiş film kapanışta belirtildiğine göre. Bu ithafta belki ülkenin durumuna yapılan eleştirinin çekebileceği tepkiyi hafifletme düşüncesinin de etkisi olmuştur ama senaryo gerçekten de tam da bu ithafın hedefi olan insanların öyküsünü anlatıyor ve onların yaşadıkları travmaları ve savaşın parçası olma nedenleri ile sonuçlar arasındaki farktan duydukları mutsuzluğu anlatıyor. Usmar Ismail devrim sırasında asker olarak görev yapmış olmasının da katkısı ile, ilk kez senaryo yazan Asrul Sani’nin çalışmasını dürüst bir yaklaşımla ele almış. Yönetmenin Endonezya sinemasının öncüsü ve kurucusu olarak nitelenmesini sağlayan unsurlardan biri de bu olsa gerek; ticarî sinemanın tuzaklarından uzak duran ama yalın bir sinema dili ve duygulandırmayı (seyirciyi öykünün içine sokmayı, bir başka ifade ile) başaran yaklaşımı ile “gerçek” bir hikâye anlatıyor Ismail. “Nadiren gördüğü bir düşmana karşı nefret dolu” olduğu bir savaşta Hollandalılarla iş birliği yaptığı söylenen Endonezyalıları yargısız infaz etmenin travmasını üzerinden atamayan ve “Şüphe etmeye başlıyorum, öldürdüğüm insanlar gerçekten suçlu muydu diye. Ya değillerse?” sorgulamasından kendisini kurtaramayan İskandar’ın 24 saatini; devrim sonrasındaki yozlaşmaları, devrimcilerin düzenin parçası olmalarını ve devrimcilik faaliyetlerini nasıl kişisel ajandaları için çarpıttıklarını net bir şekilde gösteriyor seyircisine.
Senaryo bir yandan İskandar’ın yaşadıklarını gösterirken, paralelde nişanlısının onun için düzenlediği partide eğlenenleri de getiriyor seyircinin karşısına. Bazı şarkılı bölümlerin, hayli eğlenceli olsa da, bir parça uzun tutulmuş göründüğü parti sahnesini, hikâyenin kahramanının “Etrafım gerçek dünyada yaşamayan insanlarla çevirili; hiçbir şeyi ciddiye almıyorlar, onlar için her şey çok hafif ve basit” sözlerini desteklemek için kurgulamış görünüyor senaryo. Şık kıyafetlerle partiye katılan ve sokağa çıkma yasağını “nasılsa sabaha kadar eğleneceğiz zaten” umursamazlığı ile karşılayan gençler kahramanımızın yaşadığı duygusal çöküşün nedenlerinden de biri oluyor. Her ne kadar öfkesi devrime ve devrimciliğe ihanet eden birisine yönelse de; Iskandar kendisine “Dürüst kalmak istiyorsan burada yaşamaya çalışma; ya dağlara dön ya ormana” mesajını veren toplumun tüm unsurlarından rahatsız oluyor ve bu elbette partidekileri de kapsıyor. Öykü boyunca tanık olduğumuz adam kayırma, kumar, tüketim toplumu, fuhuş ve mafyavari işleri de bir ahlak dersi vermek için değil, devrimin hüzünlü ve hatta trajik sonucunu vurgulamak için kullanıyor film.
Şerif Gören’in “Sen Türkülerini Söyle” filmi 12 Eylül darbesinden sonra atıldığı cezaevinden yedi yıl sonra çıkan bir adamın arkadaşlarının ve toplumun geçirdiği dönüşümden duyduğu hüznü ve yılgınlığı anlatır. Filmleri sık sık Endonezya hükümetlerinin engellemesi ve sansürü ile karşılaşan Usmar Ismail’in bu hikâyesi, Gören’inkinin aksine, başarılan bir devrimin sonrasını getiriyor karşımıza ama dönüşüm benzer bir başarısızlık içeriyor. A. N. Alcaff’ın diğer oyuncuların sade performanslarına karşılık bir parça mimikli oynadığı ama bunu karakterinin duygusal çalkantılarını yansıtmak için ustaca kullandığı yapıt, Martin Scorsese’nin kurucuları arasında olduğu World Cinema Foundation’ın restorasyonunu üstlendiği filmlerden biri olmasını hak ediyor kesinlikle.“Hollandalılara karşı kahraman Endonezyalılar” kolaylığını seçerek milliyetçi duyguları sömürmek yerine, Endonezyalıların kendi iç çelişkilerine, umutlarına, dönüşümlerine ve hayal kırıklıklarına odaklanan filmde yönetmenin görsel tercihleri de başarılı. Iskandar’ı, şehri oluşturan yapıların (tren raylarından binalara) önünde ve adeta onların karşısında zayıf, aciz ve yabancı olarak gösteren görüntüler ve 24 saat boyunca meselelerini hep “fiziksel çözüm”lerle halletmesi (ya da halletmek zorunda kalmasını) genç adamın döndüğü toplumdaki yalnızlığının ve yabancı olarak kalmasının sembolü olarak kullanılıyor.
1950’li yııların başında ABD’de sinematografi eğitimi alan Umar İsmail klasik Hollywood’un hikâye anlatma şeklinin “yüreğe dokunma” becerisi ile çok ikna edici bir iletişim aracı olduğunu söylemiş bir konuşmasında. İşte burada da bu klasik dili kullanarak, Iskandar karakteri üzerinden meselesini ve duyguları -onları sömürmeden- seyirciye geçirmeyi başarıyor.
(“After the Curfew”)