Estate Violenta – Valerio Zurlini (1959)

“O zaman kızı olan otuz yaşında bir kadın gibi davran. Anlamaya çalış ve daha fazla söyletme beni. Kızı olan otuz yaşında bir kadın gibi davran!”

İtalya’nın savaşı kaybedeceğinin anlaşıldığı 1943 yaz aylarında, babası bölgenin faşist lideri olan genç bir adamla eşi savaşta hayatını kaybeden ve yaşı erkekten büyük olan bir kadının aşklarının hikâyesi.

Senaryosunu Valerio Zurlini, Suso Cecchi D’Amico ve Giorgio Prosperi’nin yazdığı, yönetmenliğini Zurlini’nin yaptığı bir İtalya – Fransa ortak yapımı. Yönetmenliğe belgesellerle başlayan ve 1982’de 56 yaşında hayatını kaybedene kadar toplam sekiz uzun metrajlı kurgu film çekebilen Zurlini’nin bu eserlerinden ikincisi olan yapıt, sinemanın bugün unutulmuş görünen yönetmeninden gelen hayli başarılı bir çalışma. Mussolini’nin parlamento ve kral tarafından görevden alındığı ve ülkenin savaşı kaybettiğinin kabullenilmeye başlandığı 1943 yaz aylarında geçen hikâyesi ile, final sahnesi hariç savaşı hep arka planda tutan ve bu fon üzerinde bir “imkânsız aşk”ı sade, güçlü ve zarif bir dil ile anlatan bu çekici film başrollerdeki Jean-Louis Trintignant ve Eleonora Rossi Drago’nun performansları ile de önemli bir çekiciliğe sahip. Genç adam karakteri üzerinden İtalyan toplumunun faşizm ile ilişkisini de dikkate değer bir biçimde ele alan çalışma, Zurlini’nin -başta 1972 yapımı “La Prima Notte di Quiete” olmak üzere- diğer filmlerinini de görme arzusu uyandıracak kadar iyi bir sinema örneği.

Açılış ve final sahneleri dışında savaşın uzaklarda yaşanan bir sorun gibi göründüğü bir dünyada geçen bir yaz hikâyesi anlatıyor film ve bir “yaz aşkı”ndan yola çıkarak, Jean-Louis Trintignant’ın çarpıcı bir performansla canlandırdığı Carlo karakteri aracılığı ile dönemin İtalyan toplumunun faşizmle ilişkisinin sinemadaki en önemli ve farklı örneklerinden birini ortaya koyuyor. Hikâye Rimini’nin Riccione adlı kıyı bölgesinde geçiyor. Güneyde Sicilya’nın müttefiklerin eline geçmek üzere olduğu 1943 yazında, kuzeyde Riccione’de yaşayan gençler tipik bir yaz hayatı sürdürüyorlar. Deniz, eğlence ve aşkla örülü bu hayat plajın üzerinden alçak uçuşla geçen bir savaş uçağı ve hemen kapatılan radyodaki savaş haberleri dışında yaza özgü aylaklıktan hiç yoksun kalmamaktadır. Babasının bağlantıları sayesinde askere gitmekten hep kaçabilmiş olan Carlo tesadüfen tanıştığı kadına yakınlık duyacak ama aşkları hem aralarındaki yaş farkı hem de faşizmin çökmesi ile ortaya çıkan duruma takılacaktır. Kadının annesi Carlo’nun babasından hoşlanmamakta (“O insanları sevmiyorum. Babası gaddar biri. Canını yaktığı bir sürü insan var. 1922’de Ferrara Faşizmi’nin lideriydi, ayrıca bir elebaşı. Sağlam ayakkabı değiller”), annesini ise Fransa Kralı 15. Louis’nin metresi Madame de Pompadour’a benzeterek aşağılamaktadır.

1982’deki ölümünden sonra dünya sinemasının unuttuğu Zurlini ancak 2000’li yıllarla birlikte hatırlandı ve filmleri DVD olarak basılmaya başlandı. Oysa işte bu filmin de sağlam bir kanıtı olduğu gibi Zurlini sinemaya parlak filmler ve unutulmaz sahneler armağan etmiş bir yönetmen. Örneğin burada, bir bölümüne “Temptation”ın (orijinali 1933’te Bing Crosby tarafından seslendirilen şarkıyı asıl adı Ferruccio Merk Ricordi olan İtalyan sanatçı Teddy Reno’dan dinliyoruz) eşlik ettiği öyle bir sahne var ki sinema okullarında ders niyetine gösterilebilecek güzellikte ve tekrar tekrar seyredilmeyi hak ediyor. İlgili sahnede Carlo genç arkadaşlarını ve âşık olduğu Roberta’yı sirkten dönüşte evine davet ediyor birlikte içmek, dans etmek ve müzik dinlemek için. Sirkte bir kıskançlık oyunu sonucu Carlo’nun yanına oturtulmayan Roberta’nın, yaşının diğerlerinden büyük olmasından da kaynaklanan gerginliği ile geldiği evde genç adama karşı ördüğü savunma duvarının çöktüğü bu sahne çok ince bir düşünce ile seçilmiş “Temptation” şarkısı, başkaları ile dans edilirken birbirine kenetlenen bakışlar, sessizlik, gökyüzündeki keşif uçağı, gece karanlığı, tedirginlik, kıskançlık, omuza koyulan bir baş, tereddütlü bir sarılma, pişmanlık, ilk öpüşme ve şaşkınlık üzerine kurulmuş ve evin içinden bahçeye çıkan, sonra tekrar eve dönen kamera tüm bunları olan bitenden habersiz diğer çiftlerin tempolu dansı ile noktalandırırken katıksız bir sinema keyfi yaratmış. Tüm bu bölüm sahip olduğu has sinema duygusu, sahnenin kurgusu, görselliğin hikâyeye nasıl ustaca hizmet edebileceğini göstermesi ile müthiş bir güzelliğe sahip.
İçlerinde Carlo’nun da bulunduğu gençler ülkeleri (daha doğrusu ülkenin faşist rejimi için) için yenilgi ile bitecek olan ve uzun süredir devam eden savaştan uzak bir hayatın içinde tam bir yaz aylaklığı içinde sürdürürler hayatlarını ta ki Mussolini görevden alınana kadar. Sonradan tutuklanacak olan faşist lideri Almanlar kaçıracak ve onu Kuzey İtalya’da kukla bir devletin başkanı yapacaklardır ama Mussolini’nin istifasının kabul edildiği gün giriyor. Sinemadaki seyircilerin gelen haberle salonu boşaltmaları ve heyecanla radyonun başına toplanmalarına ve ardından da yöredeki faşist yönetim binasını basmalarına tanık olduğumuz bu sahne dövülen faşistler, yağmalanan bina ve bu binanın cephesindeki devasa Mussolini büstünün yere düşürülerek parçalanması ile devam ediyor. Carlo’nun babası ile de ilk kez bu sahnede tanışıyoruz: Tam bir kibir abidesi olan adam vücut dili, saçsız başı ve yüzünün benzerliği ile adeta bir küçük Mussolini’dir. Bu sahnede Carlo’nun “tarafsız” görünümü finaldeki kararı ile birlikte onun karakterini çok iyi anlatıyor. O güne kadar askere gitmekten babasının (Evet, halka milliyetçiliği ve militarizmi empoze eden babanın!) gücü sayesinde kurtulmasını Roberta’ya “sınavlar, tecil vs.” ile izah eden ve bunu adeta sıradan bir erteleme olarak gören genç adamın, babasının faşistliğini ve buna bağlı tercihlerini “Çabuk inanan, ateşli biri” olması ile açıklamasını adeta İtalyan toplumunun faşizme sürüklenirken direnmemesinin sembolü olarak görmek mümkün. “Herkesin gittiği yere gittiğini (bir başka ifade ile, sürünün parçası olduğunu) ve yeterince cesur olmadığını” söyleyen Carlo bir kötülük abidesini takip eden toplumun ve faşizme karşı tek direnişi umursamamak, görmezlikten gelmek olan burjuvanın bir üyesi olarak bu tür kötülüklerin nasıl rahatça yayılabildiğini de anlatıyor bize.

Mario Nascimbene’nin dramatik yanı ile etkileyici müziğinin güçlü bir destek sağladığı film finale kadar uzak durduğu savaşın korkunçluğunu çok etkileyici bir bombardıman sahnesi ile göstererek seyirciyi “ödüllendiriyor” adeta ve bir savaş romantizmi olarak ortaya koyduğu hikâyesi ile aslında hayli derin konulara el attığını kanıtlıyor. Deniz kenarındaki bir yaz zamanının tüm o boş ve aylak günleri ile başlayıp savaşın korkunç dehşeti ile biten hikâye romantizm görüntüsü altında çok daha farklı şeyleri de kapsamına alarak başından sonuna kadar seyirciyi etkisi altında tutuyor. Film daha fazla olduğunu ima etse de aralarında sadece 5 yaş fark olan iki oyuncunun çok güçlü oyunculukları bu problemi önemsiz kılarak hikâyenin anlamını zenginleştiriyorlar. Eleonora Rossi Drago çocuklu bir dul kadın olarak, annesinin baskısı ve savaşın sıkıntıları içinde yakaladığı aşk fırsatına başta tereddütle de olsa sıkıca sarılan kadını hüznü ve kırılganlığı hep hissettiren bir oyunculukla canlandırıyor ve karakterinin ikilemlerini elle tutulacak kadar somutlaştırıyor. Jean-Louis Trintignant da onun başarısını yakalıyor ve oldukça sade bir oyunculukla çekici, iyi yürekli, kibar ama iradesiz karakterini filmin en önemli kozu yapıyor. Oyuncunun kariyerindeki en sağlam örneklerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz performansını bu kadar doğal ve yalın bir oyunculukla yaratabilmesi Trintignant’ın sonradan sinemanın en büyük yıldızlarından biri olmasını sağlayan yaratıcılığının da kanıtı aynı zamanda.

Zurlini bir yazısında “Her zaman, kalıcı olanın samimiyet, sadelik ve dürüstlükle yapılan işler olduğuna inanıyorum” diye yazmış. İşte bu parlak film de tam bu tanıma uyan, bir klasik olmayı kesinlikle hak eden bir yapıt. Zurlini’nin kimseyi yargılamadan anlatmış olması ile daha da değerlenen hikâyede duyguların diyaloglardan çok eylemler (ya da eylemsizlikler) ve haraketlerle ifade edilmesi ve Tino Santoni’nin parlak siyah-beyaz çalışması (başta yukarıda anılan o olağanüstü güzellikteki bölümde olmak üzere ışığın kullanımı oldukça etkileyici) kesinlikle çok değerli başarılar. “Ben herkes gibiyim, asla isyan etmem” diye konuşuyor kritik bir sahnede Carlo. Zurlini filmi ile işte bunu, isyan etmemenin ve direnmemenin hikâyesini zarif bir melankoli ile anlatarak sinemanın bugün pek hatırlanmayan önemli yapıtlarından birini sunuyor bize. Görmeli ve tadına varmalı kesinlikle!

(“Violent Summer”)