Poulet aux Prunes – Vincent Paronnaud / Marjane Satrapi (2011)

“Hayatın nefesini artık içine almıyorsun. Hata! Hayattan vazgeçtin. Bir insan için, hayatından vazgeçmekten daha kötü bir şey yoktur. Hiçbir şey!”

Kendisi için çok özel olan kemanı kırılınca yaşama sevincini kaybeden ve yatağında yatarak ölmeye karar veren ünlü bir müzisyenin hikâyesi .

İlk uzun metrajlı filmleri olan ve yine birlikte çektikleri “Persepolis” adlı animasyon ile büyük ilgi toplayan Vincent Paronnaud ve Marjane Satrapi ikilisinin bunun ardından çektikleri film arada animasyonlara da başvuran ve tıpkı ilkindeki gibi mizahın ve dramın yan yana seyrettiği bir çalışma. 1950’li yılların Tahran’ında geçen film Marjane Satrapi’nin aynı adlı çizgi romanından Paronnaud ve Satrapi tarafından beyaz perdeye uyarlanmış ve çizgi roman havasını filmin bazen lehine bazen aleyhine olacak şekilde taşıyan bir çalışma. Kahramanının son sekiz gününü anlatan film sık sık geriye dönüşlerle hikâyedeki karakterlerin geçmişini de sergiliyor. Genel olarak keyif veren ve ilgiyi üzerinden eksik etmeyen filmin zaman zaman dağınık bir hal alma ve tonunu tam olarak belirleyememe gibi kusurları da var.

Ağırlığı Fransız olan oyuncularla çekilen filmin dili Fransızca ve hikâye İran’da geçmesine rağmen arada karşımıza çıkan masalları veya masal havalı sahneleri saymazsak İran’dan çok fazla esinti taşımayınca, doğal olarak bir “yapaylık” seziyorsunuz öncelikle ve filmin tadına ne zaman varmaya başlayacağınız da bu rahatsız edici durumdan ne zaman kurtulduğunuz ile yakından bağlantılı. Filmin bir eksikliği de havasının farklı türler arasında gidip geliyor olması; masalsı bir atmosferden sessiz sinema döneminin komedisine veya dışavurumculuğa kadar farklı türler arasında gidip gelen çalışma bu yolla bir yandan dinamizm kazanıyor ama öte yandan hem dramının hem komedisinin tam anlamı ile keyfine varılmasına engel oluyor. Paronnaud ve Satrapi ikilisi kaynak çizgi romanın sinemasal karşılıklarını bulmuş görünüyorlar çoğunlukla ve oyunculuklar, mizansen anlayışı, kurgu ve zaman zaman karşımıza gelen animasyon sahneleri bu karşılıkların kendi içinde tutarlı bir bütün oluşturmasına imkân veriyorlar. Bu tutarlılığı belki de tek bozan sahne fazlası ile grotesk bir havası olan ve kahramanımızın oğlunun Amerika’daki aile hayatını gösteren anlar. Oyunculukları ve mizanseni fazlası ile abartılı bu sahnenin ve bu durum filmin “politik” -tipik Amerikan ailesine ve hayat tarzına yönelik bir eleştiri aracılığı ile oluşan bir politiklikten söz ediyorum- bir tavır takındığı nadir anların bir örneği olan bölümün gücünü fazlası ile yitirmesine neden olmuş sonuç olarak. Üstelik İran Devrimi sonrası ABD’ye giden ve tam bir Amerikalı’ya dönüşen karakterleri alaya alma çabası da silikleşiyor bu tercih nedeni ile. Hikâyede başı komünistliği yüzünden derde girmiş kardeş karakteri ile daha doğrudan politik bir tavır var ama bu üzerinde pek durulmadan unutuluyor bir süre sonra.

Yukarıdaki “kusurlar” filmin keyfini çıkarmaya engel olmamalı kesinlikle. Ingmar Bergman’ın “Det Sjunde Inseglet – Yedinci Mühür” filmindeki Ölüm’le satranç oynayan şövalye sahnesini hatırlatan Azrail ile kahramanımızın karşılıklı sigara içmesi sahnesi hem yaptığı bu çağrışım ile hem de kurgusu ve kamera kullanımı ile çok eğlenceli örneğin. Hikâye boyunca karşımıza gelen animasyon sahneleri de yalınlığı ve şıklığı aynı anda barındırabilmeleri ile dikkat çekecek derecede başarılı. Zaman zaman devreye giren anlatıcı dış ses de oldukça dozunda kullanılmış ve gösterilemeyeni açıklamak bir çabanın peşine düşmeden ve kattığı hafif mizah havası ile filme renk getirmiş kesinlikle. Filmin bir başarısı da geçmiş, bugün ve geleceği oldukça akıcı bir biçimde hikâye içinde kurgulayabilmesi ve dramına rağmen/mizahının sayesinde oluşan “uçarı” havasını bu kurgu ile daha da çekici hale getirebilmiş olması. Yönetmenlerin görsel başarılarının da altını çizmek gerek. Hemen her sahne kendine özel ve ona tam da uyan kamera açıları ve görsel bir anlayış ile çekilmiş görünüyor (ki bu durumun bir yandan da filmin üslup dağınıklığının nedeni olduğunu söylemeli).

Mario Soldati’nin 1954 yapımı “La Donna Del Fiume” filminin posteri ile karşımıza gelen Sophia Loren üzerinden sinemanın/kadınların iyileştirici özelliğine sevimli bir selam gönderen ve kısa rollerde Isabella Rossellini ve Chiara Mastroianni’yi de karşımıza getiren filmde, kahramanımızı oynayan Mathieu Amalric ve eşi rolündeki Maria de Medeiros rollerinin hakkını fazlası ile vermişler ve yapay bir hava yaratmadan karakterlerini “abartmayı“ başarmışlar. Özetle, bazen bir bütünlüğün eksikliğini hissettirse de yaratıcılarının “Persopolis” adlı çalışmalarındaki politikanın yerini daha kişisel görünen bir hikâyenin aldığı film görülmeyi hak ediyor.

(“Chicken with Plums” – “Azrail’i Beklerken”)