Il Tetto – Vittorio De Sica (1956)

“Kapıyı açma, haneye tecavüz suçu işlesinler. Evinizin çatısı var sonuçta; yasa içeri giremeyeceklerini söylüyor”

Yeni evli bir çiftin, erkeğin zaten kalabalık olan ailesinin evine yerleşmeleri sonucu karşı karşıya kaldıkları sıkıntılardan kurtulmak için bir ev aramasının hikâyesi.

Senaryosunu Cesare Zavattini’nin yazdığı, Vittorio De Sica’nın yönettiği bir İtalya ve Fransa ortak yapımı. İtalyan eleştirmenler birliğinin senaryosunu ödüllendirdiği film Cannes’da Altın Palmiye için yarışmış ve festivalden OCIC (Katolik Sinemacılar Örgütü) ödülü ile dönmüştü. İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının iki önemli ismi olan senarist Zavattini ve yönetmen De Sica’nın işbirliğinin örneklerinden biri olan yapıt, en parlak dönemini 1940’larda yaşayan bu akıma De Sica adına son bir film için geri dönüşün de örneği olmuştu. Sıcak ama dramatik yönü de ağır basan bir hikâyenin yalın bir dil ile anlatıldığı, işçi sınıfının ve yoksulların hayatına içeriden hayli gerçekçi bir şekilde bakan film bu sınıf içindeki dayanışmayı yüceltirken, o dönemde profesyonel olmayan amatör oyunculardan aldığı sağlam performanslarla da dikkat çekiyor. Belki De Sica’nın ve Yeni Gerçekçilik’in en çok bilinen ve öne çıkan örneklerinden biri değil ama yine de her sinemaseverin kesinlikle ilgi göstermesi gereken bir yapıt.

1950’lerde İtalya’daki şehircilik yasaları, izinsiz inşa edilmiş olsa bile, çatısı tamamlanmış evlerin tahliye edilmesini yasaklıyormuş; bu nedenle bizde özellikle 1950’lerde başlayıp 70’lere kadar uzanan “köyden şehre göç” dönemi boyunca inşa edilen ve çok doğru bir şekilde isimlendirilmiş gecekondular gibi, İtalya’da da yoksullar çoğu tek bir odadan ibaret evler inşa etmişler kendilerine o dönemde. Burada kritik olan, o dört duvarı polise yakalanmadan inşa edebilmek ve çatıyı oturtabilmek; çünkü bu hedefe ulaşamayan evler boşaltılıyor ve yıkılıyor güvenlik güçleri tarafından. Zavattini’nin senaryosundan De Sica’nın çektiği filmin yeni evli çifti de kendilerini benzer bir yarış içinde buluyorlar. Bir subayın evinde hizmetçi olarak çalışan Luisa (Gabriella Pallotta) ve inşaat işçisi Natale (Giorgio Listuzzi) kızın ailesinin kesinlikle karşı çıkmasına rağmen evlenirler ve Natale’nin ailesinin yanına yerleşirler. Aynı evde iki aile daha yaşamaktadır: Natale’nin annesi ve babası; Natale’nin hamile kız kardeşi Giovanna (Maria Di Fiori), onun kocası Cesare (Gastone Renzelli) ve üç çocukları. Yeni evliler için mahremiyetin hiç olmadığı (“Araya şöyle paravan gibi bir şey koyamaz mıyız?”) ve olmasının da mümkün görünmediği bu küçük evde yaşanan sıkıntılar onları kısa süre içinde, içinde yaşanabilecek bir kiralık ev aramaya, buna paralarının yetmediğini anlayınca da bir gecekondu inşa etme mücadelesine sürükleyecektir. Yeni Gerçekçilik’in temel isimlerinden Zavattini’nin senaryosu onları İtalyan işçi sınıfının yoksulluğunun hikâyesinin aracı yaparken, De Sica da daha önce onunla yaptığı parlak iş birliklerinde olduğu gibi yalın ve sıcak sineması ile bu genç çiftin yaşamlarını sinemaya taşıyor çekici bir şekilde.

Savaş biteli henüz on yıl olmuş ve kaybeden tarafta olan İtalya ayağa kalkmaya çalışmaktadır. Büyük şehirlerde inşaatlar hızla artmaktadır ve işçi sınıfının en çok istihdam edildiği sektörlerden biri de inşaattır dolayısı ile. Film inşaat alanlarından ve hızla yükselen binalardan görüntülerle başlıyor ve bizi kiliseden çıkan yeni evlilerle tanıştırıyor. Duvarcı ustası olan eniştesi Cesare gibi Natale de inşaatlarda çalışmaktadır ve hayali onun gibi duvarcı ustası olmaktır. Kendi elleri ile inşa ettikleri evlerde yaşayamayan, hatta bunu hayal bile edemeyen yoksul işçilerden biridir Natale ve film daha ilk dakikalarında onun ve etrafının yoksulluğunu sade ama güçlü diyaloglar ve görüntülerle (kiralık gelinliğin, çektirilen fotoğrafların ve kiralanan taksinin ücreti ile ilgili konuşmalar gibi) getiriyor karşımıza. Luisa’nın balıkçılık yapan babası -muhtemelen oğlanın yoksulluğu ve evinin olmaması nedeni ile- karşı çıkmıştır evliliklerine (“Babam haklı, beklemeliydik. Evin yoksa, evlenmemelisin”) ama annenin maaş ve emeklilik ile sorularının göstergesi olduğu endişelere rağmen genç çift umutlu bakmaktadır önlerindeki hayata; onların umudu ve aralarındaki sevgi hikâyenin sıcaklığının ana kaynaklarından biri, diğeri ise işçi sınıfı içindeki dayanışma.

Yeşilçam’ın özellikle Arzu Film yapıtlarından tanıdık gelecek “mahalleli / yoksul dayanışması” filmin önemli temalarından biri. Bir gece içinde bir ev inşa etmeye çabalayan çifte işçi arkadaşlarının ve gecekondu bölgesinde yaşayanların verdiği destek bu dayanışmayı oldukça sıcak ve bir yandan da oldukça romantik ve iyimser kılıyor. Yeni Gerçekçilik yapıtlarının ve benzeri filmlerin bu tür bir mücadelenin gerekliliğini ve bu mücadeleyi gerekli kılan koşulları bir manifesto havasına kapılmadan, geniş kitlelerin ilgisini çekebilecek bir duyarlılıkla anlatması kuşkusuz çok önemliydi. Günümüz sinemasının unuttuğu ve hatırlamaya pek de niyetli olmadığı bu tercihi karşımıza çıkardığı için de önemli De Sica’nın yapıtı. Yönetmenin Yeni Gerçekçilik’in ve tüm sinema tarihinin başyapıtları arasına giren filmleri kadar güçlü değil bu film alçak gönüllü yapısı ile ama yine de filmin değerini azaltmıyor bu durum.

Film hiç öne çıkarmaya çalışmasa da ve sayıları yeterince olmasa da, ince buluşlara da sahip; bunların önemli bir kısmı diyaloglarda kendisini gösterirken, sahnelerin görsel bir parçası olanlar da var. Örneğin kahramanlarımızın sokakta yürüdükleri bir sahnede, kol kola yürüyen iki genç kadını ve peşlerine takılmış iki askeri görüyoruz. Öykü ve o sahne ile hiç ilgisi yok bu görüntünün ama doğal ve bir o kadar da hınzır bir hava katıyor filmin gerçekçiliğine. Filmin hafif komedisine de uyan bu görüntü gibi dikkatlerden kaçmaması gereken bir başka görsel unsur ise Roma’daki ünlü Kolezyum. Dünya tarihinin en görkemli devletlerinden biri olan Roma İmparatorluğu’nun bu sembolü çaresiz bir şekilde ev aramaya / yapmaya soyunan yoksul çiftin bir sahnesinde arka planda tüm ihtişamı ile çıkıyor karşımıza ve Roma şehrinin nereden nereye geldiğini hatırlatıyor seyirciye. Diyaloglar da, altı çizilmeyen ve hikâyenin doğal akışına çok iyi yerleştirilmiş ifadeler ile benzer bir etkiye sahip. “Neden biz fakirler sürekli mücadele etmek zorundayız!” cümlesi bir başka filmde bir slogan havasına bürünebilecekken, burada yalın ve gerekli bir saptamaya dönüşüyor örneğin. Polisin, adresini sorduğu bir karakterin verdiği “Benim de bilmek istediğim bu” cevabı bir yandan komik bir yandan da trajik bir ifade oluyor. “Savaş yoksa, ordu pek kazandırmıyor” veya bir sokak çocuğundan duyduğumuz “Beni kimse aramıyor” gibi ifadeler ise Zavattini’nin bu “Altında bir yatak, başının üzerinde bir çatı”dan başka bir şey iste(ye)meyen “Yuvasızlar”ı anlatan senaryoda yine üst düzey bir iş çıkardığının diğer örnekleri.

Vittorio De Sica çoğunluğu -en azından o tarihte- amatör ve sonraki sinema kariyerleri çok uzun ömürlü olmayan oyunculardan aldığı performanslar da çok iyi. Kadronun tümü abartısız ve adeta gerçek karakterlerin ruhuna bürünerek yapmışlar işlerini ve filmin sosyal gerçekçiliğine önemli katkılar sağlamışlar. Oyunculuğa bu filmle başlayan Gabriella Pallotta tüm kadro içinde kariyeri daha uzun bir sürece yayılan tek isim olmuş ve burada karakterinin hayallerini ve umutlarını elle tutulur kılmış. Sakatlandığı için futbolu bırakan ve bu nedenle Avustralya’ya göçmen işçi olarak gidebilmek için başvurduğu resmî kurumda “keşfedilen” Giorgio Listuzzi ve sinemaya Luchino Visconti’nin “Bellissima”sı ile başlayan Gastone Renzelli de benzer bir başarı ile karakterlerinin bir yandan kişiliklerini bir yandan da sınıfsal özelliklerini sade bir gerçekçilikle yaratıyorlar perdede. De Sica’nın sadece onlardan değil, hemen tümü amatör isimlerden oluşan ve öyküde irili ufaklı rolleri olan yardımcı kadrodan elde ettiği oyunculuklar da takdire değer kesinlikle.

Zavattini ve De Sica ikilisinin basit bir hikâyeden çekici bir sinemasal sonuç çıkarma becerisinin örneklerinden biri olan yapıt, Yeni Gerçekçilik’in gözden düştüğü bir döneme ait olmasının da etkisi ile yönetmenin filmografisinde geride kalmış olsa da kesinlikle ilgiyi hak ediyor. Küçük ve güzel bir film bu, özetle söylemek gerekirse. Meraklısı için bir de küçük not: Filmde taksi şoförünü, İtalyan sinemasının en aktif oyuncularından biri olan ve 1986’da 66 yaşındayken ölümü ile sona eren otuz beş yıllık kariyeri boyunca 200’den fazla filmde ve çoğu küçük rollerde görünen Mimmo Poli oynuyor.

(“The Roof” – “Yuvasızlar”)

Ladri di Biciclette – Vittorio De Sica (1948)

“Bisikleti bulmaya mecburuz, farkındasın değil mi; çünkü bulamazsak açlıktan öleceğiz. Başka şansımız yok”

Uzun süredir işsiz olan ve nihayet bulabildiği işi bisikletinin çalınması üzerine kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalan bir adamın hırsızın peşine düşmesinin hikâyesi.

Luigi Bartolini’nin 1946 tarihli ve aynı adlı romanından uyarlanan senaryosunu Cesare Zavattini, Oreste Biancoli, Suso Cecchi D’Amico, Vittorio de Sica, Adolfo Franci, Gherardo Gherardi ve Gerardo Guerrieri’nin yazdığı, yönetmenliğini Vittorio de Sica’nın yaptığı bir İtalyan filmi. İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının, de Sica’nın, İtalyan sinemasının ve tüm bir sinema tarihinin tartışmasız başyapıtlarından biri olan film, sıradan bir yoksul insanın hayata tutunmaya devam edebilmek için mutlak ihtiyacı olan bisikletininin peşinde Roma’da geçirdiği saatleri anlatırken, İtalya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki yoksulluk, toplumsal düzensizlik ve çaresizlik resmini müthiş bir gerçeklikle getiriyor karşımıza. Sinema tarihindeki en etkileyici baba karakterlerinden birinde seyircinin yüreğine ve aklına dokunan bir performans sergileyen Lamberto Maggiorani ve oğlu rolünde benzer bir etki yaratan Enzo Staiola dahil olmak üzere tamamen amatör oyuncularla çalışan ve bu yapıtı ile pek çok usta sinemacının da hayranlığını toplayan Vittorio de Sica’nın bu filmi her sinemaseverin -bir defadan fazla-görmesi gereken bir klasik.

1946’da çektiği “Sciuscià” (Kaldırım Çocukları) ile sinemanın dahi ismi Orson Welles’ten müthiş bir övgü almıştı de Sica: “de Sica’nın yapabildiği şeyi ben yapamam. Geçenlerde “Sciuscià”yı tekrar tekrar izledim ve birden kamera yok oldu, perde yok oldu ve artık sadece hayatın kendisi vardı karşımda”. Herhalde İtalyan Yeni Gerçekçilik’inin sinema aracılığı ile erişmek istediği tam da buydu: Hayatın kendisine hiç ihanet etmeden, toplumdaki yoksulluk, adaletsizlik ve sosyal sorunları tüm bunların kurbanı olan sıradan insanlarla anlatmak. Akira Kurosawa, Satyajit Ray, Ken Loach, Jafar Panahi, David Lean (filmin bir dış çekimine tanıklık etmiş ve yönetmenin becerisine hayran olmuş), Martin Scorsese ve Dariush Mehrjui gibi farklı ülkelerden ve dönemlerden sinemacıların hayranlıklarını belirttikleri, hatta Hintli yönetmen Anurag Kashyap’ın üniversiteyi bırakıp sinemacılığa başlamasının nedeni olarak gösterdiği “Ladri di Biciclette” de Orson Welles’in yaşadığı tecrübeyi aynen bize de geçiriyor. Hayatın ta kendisini, sadece onu izlediğinizi ve gördüklerinizin gerçek olduğunu hissettiriyor film ve finalde dökülen gözyaşı ve tutulan bir el sıkı bir yumruk yemiş gibi hissetmenize neden oluyor.

Amerikalı şair ve sinemacı Norman Loftis’in 1994’te çektiği ve kuryelik yaparken kullandığı bisikleti çalınan bir adamın yaşadıklarını anlattığı “Messenger” ile hikâyesini 1990’ların ABD’sine taşıdığı bu de Sica yapıtı iş bulma kurumu önünde adlarının okunması umudu ile bekleyen erkekleri göstererek açılıyor. Uzun süredir işssiz olan, iki çocuğu ve eşi ile yoksul bir hayat süren Antonio da (Lamberto Maggiorani) onlardan biridir. Bu kez şanslıdır Antonio çünkü belediyedeki afiş asma işi çıkmıştır kendisine ama önemli bir sorun vardır; işini yapabilmesi için bir bisikletinin olması şarttır çünkü şehrin afis asacağı dört bir köşesine yaya olarak gitmesi mümkün değildir. Aslında bir bisikleti vardır ailenin ama yoksulluk nedeni ile rehne verilmiştir; çözüm eşinden (Lianella Carell) gelir ve evdeki vazgeçebilecekleri ve para edecek tek eşyaları olan çarşafları rehne bırakarak bisikletlerini geri alırlar. Ne var ki ilk iş gününde bisikleti çalınır ve Antonio, oğlu Bruno (Enzo Staiola) ile hırsızın ve çalınan hayat kaynaklarının peşine düşer Roma sokaklarında.

Vittorio de Sica savaş sonrasındaki İtalya’nın yoksulluğundan çarpıcı görüntüler ve gerçekliklerle örmüş filmini; eşyaların rehin bırakıldığı yerde tavana kadar uzanan raflardaki çarşaf ve yatak takımları, oraya muhtemelen en değerli hatıralarının bir parçası olan dürbünü getiren yaşlı adam, sokak çeşmesiin önünde ellerindeki kovaları doldurmak için bekleyen kadınlar ve Antonio’nun sadece iş bulması ile bile umut, gurur ve heyecanla aydınlanan yüzü bu görüntülerin sadece küçük bir kısmı. Yoksulluğun ve her türlü çaresizliğin devası olarak özellikle kadınların başvurduğu falcı kadın karakteri de bu resmin önemli bir parçası ve Vittorio de Sica, eşine çalışacağı yeri göstermeye niyetlenen Antonio’nun yüzüne kapanan pencere ile, bu resmin aydınlanma umudunun gerçekçi olmayabileceğinin ilk işaretini veriyor oldukça zarif ve vurucu bir şekilde. Alessandro Cicognini imzalı ve güçlü duygusal ve dramatik notalarla süslü müziğin, günümüz sinema anlayışı için bir parça yoğun kullanılmasının eskiyen tek yanı olduğu filmin bugün hâlâ bu kadar yeni ve orijinal görünmesinde meselesini hiçbir yapay oyuna başvurmadan, küçük ama oldukça dürüst bir hikâye ile anlatmasının önemli bir payı var. Sonuçta o zaman da şimdi de, insan aynı insan ve içinde bulunduğuı düzen aynı düzen. Senaryonun karakterlerin umut, korku, tereddüt gibi farklı duygularını ve düzenin yol açtığı yoksulluk manzaralarını bir mesaj kaygısına kapılmadan anlatabilmesi bu orijinalliğin diri kalmasını sağlamış kesinlikle.

Antonio’nun içinde bulunduğu çıkmazın nedenini dile getirmiyor film ve bir çözüme de işaret etmiyor; bunun yerine dürüst bir resim çiziyor ve resmettiği sorunların çözümünün neden zor olduğunu anlatıyor. Antonio’nun bisikleti çalınınca gittiği karakolda karşılaştığı muamele örneğin, sistemdeki güçlerin yoksulların, emekçilerin yanında olmamasının sembolü olarak değerlendirmeye açıkken, zengin bir kadının kilisede düzenlediği yardım organizasyonunun Antonio’nun hırsıza ulaşma çabasını zorlaştırması da toplumdaki bir başka iktidar sahibinin toplumun alt kesimlerine aslında ne kadar uzakta olduğunun göstergesi olarak görülebilir. Çaresizlik içindeki insanların son bir çare olarak falcılara sığındığı bu dünyada umut yaratan tek unsur ise Antonio’nun emekçi arkadaşlarının ona bisikletini arayışta içten bir şekilde yardım etmeye çalışması; bu dayanışma kuşkusuz sınıf içi dayanışmanın umudun en önemli kaynağı olduğunu da söylüyor. Antonio’nun astığı ilk afişin Rita Hayworth’ın “Gilda” (“Şeytanın Kızı Gilda”, Charles Vidor – 1946) filmindeki bir pozu olması, Hollywood’un parlak gösterişliliği ile Antonio’nun yaşamındaki yoksulluk ve çaresizlik arasındaki büyük zıtlık üzerinden aslında Vittorio de Sica ve İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının sinemada ne yapmak istediklerinin ve neye karşı bir tavır takındıklarının göstergesi kesinlikle.

Yüreğe ve akla dokunan dürüstlük ve sahiciliğin egemen olduğu bir film bu ve pek çok sahnesi ile de bunu kanıtlıyor. Futbol maçındaki taraftarların tezahürat sesleri ile başlayan ve stadın etrafına bırakılmış bisikletlerin odağında olduğu sahne bunlardan biri. Finale kadar uzanan bu sahne “hırsız” olmanın neden “doğal” olduğunu ve filmin adının gerçek anlamını çok iyi anlatıyor bize. Antonio’nun bu sahnedeki duyguları ve eylemleri filmin neden bir başyapıt olduğunu tek başlarına yeterli açıklamak için ve belki de sinema tarihindeki en iyi baba-oğul bölümlerinden de biri. Adam ve çocuğun bir restorandaki sahneden başlayarak gittikçe güçlenen ve seyirciyi etkisi altına alan sevgi ilişkisinin de öne çıktığı bu bölüm filme çok sağlam bir kapanış sağlarken, kalabalığa karışan karakterleri izleyen kamera, onlardan uzaklaşıyor olması ile; baba, oğul ve benzerlerinin kaderlerindeki yalnızlıklarını ve birey olarak “hiçlik”lerini söylüyor seyirciye.

Sinema kariyerinin henüz başında olan ve burada yardımcı yönetmenlik yapan Sergio Leone’nin yağmurda bir çatı altına sığınan ilahiyat öğrencilerinden biri olarak kısa bir rolde de karşımıza çıktığı filmin oyuncu kadrosu dört dörtlük bir iş çıkarmış ki bu konuda öncelikle Lamberto Maggiorani’yi anmak gerekiyor. Oğlunu Bruno rolü için oyuncu seçimine götüren ve bir fabrikada işçi olarak çalışan Maggiorani’yi Antonio rolü için çok uygun bulan Vittorio de Sica başrolü vermiş ona ve genç adam kendisini birden oyuncu olarak bulmuş. Sinemada genellikle ufak rollerde yer aldığı başka filmlerde de görünmüş Maggiorani ama bir yıldız olmadığı gibi, tekrar işçi olarak iş arayışında da sıkıntıya düşmüş; çünkü çalıştığı fabrika küçülme nedeni ile işçileri işten çıkarırken ilk yol verdiklerinden biri “artık bir oyuncu olduğu” gerekçesi ile kendisi olmuş. Maggiorani’nin buradaki performansı inanılmaz bir sahicilik duygusu içeriyor. Kameranın yakın planda görüntülediği sahnelerde yüzündeki duyguları abartısız, yalın ama çok etkileyici bir şekilde yanıtıyor oyuncu ve umarsız çabaları, korkuları, iş bulduğu andaki gururu ve mutluluğu, çocuğuna duyduğu sevgi ve tereddüt yüklü final sahnesindeki duyguları inanılmaz bir gerçekçilikle getiriyor karşımıza. Oğlu Bruno’yu oynayan Enzo Staiola ve eşi rolündeki Lianella Carell’ın da bir tesadüf sonucu olarak rollerine kavuşması (ilki yönetmenle bir röportaj yaparken tanışan bir gazeteciymiş aslında, ikincisi ise bir sahnenin çekimlerini seyreden kalabalığın arasından keşfedilmiş), Vittorio de Sica’nın ne denli güçlü hisleri olduğunu gösteriyor oyuncu seçiminde.

Film İtalya’da gösterime girdiğinde farklı eleştiriler almış; kimileri ülkeyi olumsuz göstermesini eleştirirken, bazıları da duygusallığın ölçüsünün zaman zaman kaçtığını belirtmiş. Her ikisi de dayanıksız ve haksız olan bu eleştirilerin yanında, kaynak romanın yazarı Luigi Bartolini farklı bir noktadan dile getirmiş olumsuz düşüncelerini. Yazar romanının kahramanının orta sınıftan bir entelektüel olduğunu ve eserinin temel olarak, savaştan sonra bozulan toplumsal düzeni anlattığını söyleyerek kitabına ihanet edildiğini belirtmiş. Kitaptaki bozuk düzen teması filme taşınmış ve oldukça güçlü bir öğesi olmuş senaryonun; Antonio’nun işçi sınıfından bir karaktere dönüştürülmesi ise, yazarın eleştirisi bir yana, kesinlikle filme ek ve güçlü bir boyut kattığı gibi, eserin bugün hâlâ bir başyapıt olabilmesinin nedenlerinden de biri olmuş. Bu değişiklik aracılığı ile film bir sınıf hikâyesine de dönüşüyor ve 1940’ların İtalyası’ndan çok daha kapsamlı ve etkileyici bir resim çizebiliyor.

Bireylerin eylemlerinin -iyi ya da kötü- tek sorumlusunun kendisi olamayacağını ve bazı olumsuz eylemlerin aslında bireylerin yaşadığı düzene teslim olmak zorunda kalmasının sonucu olduğunu öne süren bu Vittorio de Sica filmi insan onurunun yaşamsal önemini de hatırlatan bir başyapıt. Mutlaka görülmeli ve saf ve dürüst bir sinemanın insana insanla ilgili hikâyeler anlatmanın en güçlü aracı olduğuna bir kez daha ikna olmalı.

(“Bicycle Thieves” – “Bisiklet Hırsızları”)

Caccia Alla Volpe – Vittorio De Sica (1966)

“Keşke dürüst bir adam olmama yetecek kadar çalabilseydim”

İşinin dünyadaki en büyük ustalarından biri olan İtalyan hırsızın bir teknedeki çalıntı külçe altınları polise fark ettirmeden karaya çıkarabilmek için çevirdiği oyunların hikâyesi.

Bir Peter Sellers komedisi ama filmin diğer yaratıcılarını göz önüne alınca beklentinin daha da yükseldiği bir çalışma bu. Yönetmen koltuğunda İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının büyük ustası Vittorio de Sica oturuyor örneğin. Senaryoyu ise de Sica ile de çalışmış ve yeni gerçekçiliğin pek çok başyapıtına (“Ladri di Biciclette” – Bisiklet Hırsızları, “Umberto D.” vs.) onunla birlikte imza atmış Cesare Zavattini, bir başka ünlü isim Neil Simon ile birlikte yazmış. Sellers’a o tarihteki eşi Britt Ekland’ın yanısıra Victor Mature, Martin Balsam ve Akim Tamiroff gibi sinemanın ünlü oyuncuları eşlik etmiş ve filmin şarkısında Burt Bacharach imzası var. Tüm bu zengin kadrodan bir başyapıt çıktığı söylenemez ama kesinlikle eğlenceli bir film karşımızdaki. Filmin sıkıntısı elindeki zengin malzemeden unsurların birbirine yeterince karıştığı bir bütün resme ulaşamaması; elbette aslında bir şikayet konusu olmaması gerekse de film sık sık bir Peter Sellers şovu görüntüsü veriyor örneğin.

İtalya ve İngiltere ortak yapımı olarak çekilen film Mısır’dan çalınan altın külçelerinin Avrupa’da satılmasına aracılık etmek için kendisine ulaşılan ünlü İtalyan hırsız Vanucci’nin çevirdiği zeka dolu oyunların sonucunda ortaya çıkan komik hikâyeleri anlatıyor bize ama tek ilgi alanı soygun değil. Film başta İtalyan yeni gerçekçiliği olmak üzere pek çok sinemasal göndermeleri ile sinefillerin ayrıca ve ek bir ilgisini çekmeye de uygun. Vittorio de Sica’dan (ki filmde de yönetmen rolünde oynuyor) John Huston’a ve artık yaşlanmış olan Victor Mature’un sinemadaki kendi imajı ile dalgasını geçtiği yaşlanmış ama hala jön rollerinin peşinde olan film yıldızına, Yeni Gerçekçiliği “eşittir para yok” olarak özetlemekten Federico Fellini, John Huston, Cecil B. de Mille ve Michelangelo Antonioni’ye doğrudan ve dolaylı göndermelere pek çok keyifli anın sahibi filmimiz. Burada Antonioni için özel bir vurgu da yapmak gerek. Sinemaya yeni gerçekçilik tarzında kısa filmler ile girse de ilk uzun metrajlı filminden başlayarak “entelektüel” bir sinemanın peşinde koşan ve klasik hikâye anlatımından uzak durup modern toplumun yabancılaştırdığı insanlara odaklanan Antonioni, özellikle sahildeki film çekimi sahnesinde epey dalga konusu oluyor; iletişim bozukluğunun sembolü olarak uzun bir masanın iki ucunda hiç konuşmadan oturan çift ve aynı çiftin kasabanın sokaklarında “kendilerinden kaçmak” için koşup durmaları örneğin, bir Antonioni filminden fırlamış gibi!

Mahkeme sahnesi ve özellikle altınları bir dayanışma eylemi olarak hep birlikte tekneden sahile taşıyan halkın görüntüleri ile tipik bir de Sica filmine göndermelerde bulunarak Yeni Gerçekçiliği de alaya almadan hikâyesine konu yapan ve Antonioni tarzı filmlerin hayranı eleştirmenlerle de dalgasını geçen bu hafif ve eğlenceli film pek çok klasik komedi anına sahip. Sellers’ın hapishaneden kaçış için yaptığı oyunlar ve bu oyunlardan biri olarak özellikle finalde seyircinin tüm gerçeklik duygusunu yerle bir eden eğlenceli sürprizi kesinlikle çok keyifli. Hele görmeden komikliğinin anlaşılması mümkün olmayan bir başkasının ağzından konuşma sahnesi var ki yıllar sonra “Austin Powers in Goldmember” filminde taklit de edilen bu sahnenin tadına doyum olmuyor açıkçası. Hikâye boyunca kılıktan kılığa giren, konuşma tarzını değiştiren ve sürekli hareket halindeki Peter Sellers dinamizmi ile filmin en büyük artılarından biri ama performansı sık sık filmi bir Sellers şovuna dönüştürüyor. Öyle ki hikâyede bir ara soygun, altınlar vs unutuluyor (daha doğrusu senaryo unutmamıza neden oluyor) ve kendimizi sadece Sellers’ı seyrederken buluyoruz. Filmin tüm ve tartışmasız eğlenceli sinemasal göndermeleri ise bu sanat ile derin bir ilişkisi olmayanların pek çok komik anın tadını yeterince çıkaramamasına ve hikâyeden arada kopmalarına neden olacak kadar yoğun.

Eğlenceli açılış şarkısı, yukarıda yazdıklarıma ilave olarak potansiyel suçluların tanıtıldığı giriş bölümü gibi keyif verici anları ve Sellers’ın şovu ile ilgiyi hak eden bir film özetle. Tam bir başarı olmasa da, kimi anlarında Sellers’a şov fırsatı yaratmak için gereksiz uzamış olsa da ve hikâyesi arada bir yolunu kaybetse de kesinlikle görülmeli.

(“After the Fox” – “Sevimli Mahkum”)